Yunus Emre (2)
Ramazan Sayar
Tabduk Emre dergâhına varan Yunus Emre, rivayete göre 40 yıl o kapıya hizmet eder, bağlanır. “Âşık Yunus Emre” olur. Diğer işleri görürken odun taşımak da O’nun görevidir. 40 yıl devamınca dergâha hiç eğri odun getirmez. Bunu fark eden Şeyh’i sorar: “Ey Âşık; dağda hiç eğri odun yok mu?” O ise bütün doğruluğuyla: “Sizin kapınıza odunun bile eğrisi yakışmaz efendim.” Diye cevabını verir. Bir gün de Şeyh’i çıkarak: “Ey Yunus, dünya kokuları üstüne öyle sinmiş ki, seni bir müddet kaynar kazanda kaynatmak gerek.” Buyurur. Bu emri cana minnet bilen hak aşığı çileye soyunur. Kırk gün kırk gece kazanlarda pişer gibi ateşli ter deryalarına dalar. Bunca ateşli çileden sonra Tabduk Emre dervişini tekrar koklar ve: “Sen hala dünya kokarsın.” Der. Boyun büken Yunus-u biçare, çileye, murakabeye devam eyler.
Bir gün Tabduk Emre’nin huzurunda “Erenler Meclisi” kurulur. Mecliste güzel sesiyle ilahiler söyleyen Yunus-u Güyende adlı başka bir Yunus daha vardır. Şeyh O’na hitapla: “Ya Güyende; ilahilerle bizi coşturmaz mısın?” diye sorar. Emrini birkaç defa tekrarlamasına rağmen ondan hiç ses seda çıkmaz. Hz. Şeyh bu tecelli karşısında Yunus Emre’ye: “Haydi âşık, Hacı Bektaş emri yerini buldu. Senin kilidin açıldı.” Buyurur. İşte o andan itibaren bütün Anadolu Yunus Emre’nin ilahilerini dilinden hiç düşürmedi.
Yunus emre uzun yolculuklar ve seyahatler yapmaya başlar. Bir seferinde kendisi gibi dervişlere rastlar. Onlarla arkadaş olur. Akşam olunca dervişlerden birisi dua eder. Hak Teala tarafından donanmış bir tepsi yemek önlerine gelir. Hep birlikte yiyip rablerine hamd ederler. Bir akşam Yunus Emre’ye derler ki: “Haydi âşık, dua sırası sende. Yemek için dua et.” Bu teklifi hiç beklemeyen Yunus-u Biçare gerçekten çaresiz kalır. Çaresizlik içinde ellerini açar: “Ey âlemlerin rabbi olan güzel Allah’ım! Bu dervişler şimdiye kadar kimin yüzü suyu hürmetine senden yemek istedilerse yine o zat’ın aşkına sofralarını lütfeyle.” Diye duada bulunur. O gece diğer akşamlarda gelen yemeklerden fazlası gelir. Herkes hayret eder ama en fazla hayrette kalan Yunus Emre’dir. Dervişlere ısrarla sorar: “Ey kardaşlar, siz nasıl dua edersiniz ki Cenab-ı Hak her gece sizlere yemek ihsan eyler?” Onlar da: “Ey âşık, bizler Allah-u Teala’dan Tabduk Emre dervişi Yunus hürmetine yemek dileriz.” Cevabını verirler.
Sırrı daha fazla açığa çıkmasın diye Yunus Emre tekrar şeyhinin kapısına koşar. Artık Tabduk Emre iyice ihtiyarlamış, gözleri görmez olmuştur. O’nu şeyhinin hanımı ana-bacı karşılar. Huzura kabulünü isteyen Yunus Emre’ye ana-bacı der ki: “Şeyhimizin gözleri görmez oldu. Seni bilemez. En iyisi onun kapı eşiğine yat. Sabah namazına çıkarken ayağı sana takılır. O zaman, “Kim bu? Bizim Yunus mu?” diye sorarsa gönlünde olduğunu anlarsın.” Dertli âşık Yunus Emre öyle yapar. Ertesi sabah ayağına dolanan vücut için Hz. Şeyh sorar: “Kim bu? Bizim Yunus mu?” Hanımı cevap verir: “Beli (evet).” Der. Dünyalar Yunus’un olur. Şeyhinin ayaklarına sarılır fakat koca Tabduk Emre: “Ayrılık vakti erişti Yunus’um. İşte asamı fırlatıyorum. Düştüğü yer ruhunu teslim edeceğin yerdir. Var gayrı söyleyeceklerini söyle.” Buyurur. Böylece Sakarya nehri’nin Porsuk çayı kenarındaki Sarıköy’e kadar dolana dolana yürüyecektir.