Yunus Emre (1)
Ramazan Sayar
Anadolu’daki Müslüman-Türk ozanları deyince ilk olarak “Gönül Sultanı” Yunus Emre hatırlanır. Anadolu’yu anlamak için Yunus Emre’yi dinlemek yeterlidir. Yunus Emre hazretleri, tasavvuf ehli, Hak aşığı bir zattır. Şiirleri asırlar boyunca zevk ve ibretle okunmuş, ilahiler olarak söylenegelmiştir. Doğum tarihi tam olarak bilinmemektedir. Ancak ölüm tarihinin 1320 olarak bilinmesine rağmen ölüm yeri olarak iki yer ön plana çıkmaktadır. Bu yerler; Eskişehir ve Karaman’dır. Her iki şehrimizde de anma günleri düzenlenmektedir. Türbesinin Eskişehir’in Mihalıççık ilçesine bağlı Yunus Emre köyünde olduğu esrarengiz bir olayla ifade edilmektedir. 1948 yılında Ankara-Eskişehir yolu genişletilirken Yunus Emre hazretlerinin mezarı kaldırılmak istendi. Bütün gayretlere rağmen başarılı olunamadı. Hatta bir defasında döşenen rayların sökülüp 8–10 metre geriye atıldığı görüldü. Bunun üzerine mezarın yakınındaki tepeciğin üstüne nakledilmesi düşünüldü. Bu iş için beş kişilik bir heyet kuruldu. Başka kimsenin haberi yoktu. Hazırlıklar tamamlandı. Ertesi sabah erkenden, kimseye haber verilmeden, merasim yapılmadan bu nakil işi gerçekleşecekti. Sabahleyin mezarının yanına vardıklarında, otuz binden fazla insanın orada toplandıkları görüldü. Bu kimselerin nasıl haberi olduğu ve kimler olduğu anlaşılamamıştır. Yunus Emre’nin kabri itina ile açıldı. 700 yılı geçtiği halde bedeninin hiç çürümediği görüldü. Bir eli yüzünde bir eli kalbinin üzerinde rahat bir şekilde sanki uyuyordu. Mübarek bedeni oradan alınıp, tabuta konarak 100 metre ilerideki yeni mezarına nakledildi. Yüz metrelik yol ancak üç saatte alınabildi.
Rivayete göre Selçuklu Eskişehir Bey’i kendisine: “Hey Türkmen âşık, toprak bizim, Sultanlık bizim. Sen niçin “ Kara Osman” der durursun?” Diye sordu. O da şu cevabı verdi: “Beyim Osman Gazi der ki: “Mülk Allah’ındır, bizler emanet ehliyiz. Bu söz doğru olsa gerek.” Bunun üzerine Bey: “Anlaşılıyor ki kendini Osmanoğlu’nun adalet ve hizmetine daha yakın hissediyorsun.” Der.
Yunus Emre’nin, Kur’an-ı Kerim-i anlayacak kadar Arapça, Mevlana’yı anlayacak kadar Farsça’yı bildiği şiirlerinden anlaşılmaktadır. Tefsir, Hadis-i Şerif, İslam Tarihi ve Peygamberler Tarihini bildiği muhakkaktır.
Hacı Bayram-ı Veli, Tabduk Emre gibi gönül erenlerini tanıması sebebiyle tasavvuf hakikatlerinde de ileri noktalara ulaşmıştır. Kuru ve boş bilgiden hoşlanmazdı. Kibir ve benlik veren ilimden Allah’a sığınırdı.
Yunus Emre’ye göre en büyük mesele Allah-u Teala’nın sevgi ve rızasını kazanmaktır. Bu ise ancak “Aşk” ve “İlim” el ele verdiği zaman mümkün olabilir. O’nun kalbini ve gönlünü dolduran tek aşk ise Rabb-i Teala’nın aşkıdır. Çünkü o, gerçek bir Hak aşığıdır.
Yaşadığı devirdeki karışıklık ve Moğol istilasından sonra kıtlık baş gösterdi. Rençperlik, çiftçilik yaptıkları halde Yunus’un köyü de açlıktan kırılıyordu. Ama O biliyordu ki Kırşehir yakınlarında Sulucakaracahöyük beldesinde Hacı Bektaş-i Sultan adında büyük bir veli bulunmaktadır. O’na müracaattan başka çare göremez. Düşer yollara, eli boş gitmek de istemez. Fakat “öyle büyük bir makama ne götürülebilir?” diye düşünür. Bu düşünceyle giderken dağlarda karşısına “Alıç” meyvesi çıkar. Bir miktar toplar, onları takdime mecbur olur. Hacı Bektaşi dergâhında üç gün ağırlanır. Ayrılacağı zaman Şeyh hazretleri buyurur: “Sorun bakalım Yunus’a, alıçlarına karşılık buğday mı ister yoksa himmet mi?” Âşık Yunus köyündeki kıtlığı düşünerek: “Buğday lütfedin.” Der. Şeyh hazretleri tekrarlar: “İsterse getirdiği alıçların her çekirdeğine karşılık “10 Himmet” edelim.” Fakat Yunus, buğday demeye mecburdur. Muradına kavuşur. Buğdayları yükleyip, hayvanını sürer köyüne. Ama yolun yarısına varmadan yüreğine ateş düşer. Nasıl olur da “himmet” istemezdi. Buğday sadece karnı doyururdu. Hâlbuki “himmet” hem kalbimize ve hem de dünyamıza yetmez miydi? Tekrar Şeyh hazretlerinin eşiğine yüz sürmeye döner. Pişman olup “Himmet” dileğinde bulunur. Fakat, “O’nun nasibi gayri Tabduk Emre katındadır. Kilidi ona verildi.” Buyurulur.