Ramazan Sayar

Sivas Ellerinde Sazım Çalınır

Ramazan Sayar

Sivas’ın Yıldızeli ilçesi, dağların bağrında küçücük bir yerdir. Banaz ise onun yukarısında, sırtını Yıldız dağına vermiş bir Türkmen köyüdür. Sarı çiğdem çiçekli, sümbüllü yaylası vardır Banaz’ın. Soğuk, berrak suları vardır. Bakır bakraç içinde köpüklü ayranı, koyunları, kuzuları, sazı sözü, haa bir de Pir Sultan Abdal’ı vardır Banaz’ın...

Pir Sultan’ın namı Sivas’ın Sofular köyüne ulaşınca, o köyde garip bir yoksul olan Hızır adlı bir Türkmen delikanlısı, Pir Sultan’dan himmet almak için obasını koyup Banaz’a geldi. Lale sümbül kokularının tütsülediği Pir Sultan ocağında diz kırdı, himmet diledi. Bir garip köylüydü işte. Önce azaplık verildi kendisine. Orak biçti, koyun kırktı, inek sağdı, keçi otlattı. Pir Sultan’ın kapısında sazına ses verdi, yüzüne renk geldi, azap iken mürit oldu. Yol öğrendi, edep öğrendi. Mevsim dönüp ay eksildiğinde efendisinin kapısına vardı, izin istedi Hızır:

"Pirim, dedi. Bir koca sene oldu kapında hizmet ettim. Bu yoksul dervişine dua buyursan da payitahta gitsem. Gördüğüm edep erkân ile yükselsem. İlim öğrensem. Ulu kişi olup dönsem diyarıma."

Pir Sultan kara yağız çehresini Hızır’a çevirip güldü. Gönül gözüyle nazar etti. Yüreğini gördü müridinin, niyetini gördü. Anladı ki niyeti halis. Ama şöhrete karşı zayıflık var içinde. Makama karşı zayıf, paraya pula karşı zayıf... Pir Sultan, kırmadı bu müridini. O'nun eksiklerini bilse de isteğini kabul edip uğurladı ve giderken ona şöyle dedi:

"Hızır! Duam olsun sana. Hak, yolunu açık ede. Adı güzel peygamber dua kılsın sana. Bizden öğüt odur ki harama el uzatma, bilmediğine dil uzatma, yasağa uçkur çözme. Namerdin lütfu için merdin hakkını çiğneme. İmanını satma dünya malına; servete, makama düşkün olma... Yoksa korkarım tez zamanda dönüp gelesin; benim başımı darağacına veresin. Ölümüm senin elinden olur, anlamazsın, bilmezsin."

Bu sözleri duyan Hızır, bir an irkildi. Piri ona dua mı etmişti, yoksa kulağını mı çekmişti anlayamadı. El etek öpüp çekildi huzurdan Hızır. Yola çıktı; çorak bozkırı geçip bin kubbeli, bin minareli güller şehri İstanbul’a geldi.

Aradan hayli zaman geçti.

Dünyanın yarısına hükmü geçen saraydan irade buyuruldu ki: "Tebrizli şahın Anadolu’ya uzanan kolları kesile, Türkmen içindeki sesi susturula. Hızır Paşa Sivas’ı iyi bilir, iyi tanır. Gidip sükûneti sağlaya, devleti devlet bildire, başkaldıranın başını eze...”

Hızır’ın Sivas’a doğru yola koyulduğu sabah, Pir Sultan, besmeleyle doğruldu yatağından. Adı güzel peygamberi selamladı. yüreğiyle. Kalkıp ibrikte gece ayazıyla buz kesilmiş suyu çarptı yüzüne. Uzun bıyıklarını, ak düşmüş sakallarını sıvazladı eliyle.

Bir düş görmüştü o gece... Bir urgan, bir darağacı, bir baş görmüştü. Kalın duvarların gerisinde kara taş görmüştü. Yüzünü seçemediği birileri “Gel!” demişlerdi ona rüyada. “Gel! Kalma ırakta daha fazla. Sazını yadigâr et seni sevene. Dünyayı koy dursun yerli yerine, sen gel!” demişlerdi rüyasında.

Seher vakti geçmiş, gün yükselmiş, sıcak vurmuştu Banaz’ın yaylasına.

O gün akşam üzeri Sivas valisi Hızır Paşa’dan haber geldi Banaz’a. Eski mürit, şeyhi Pir Sultan Abdal’ı ayağına çağırtıyordu 

Dar yollardan geçip Sivas Kalesi’ne geldiler. Hızır Paşa saygıyla karşıladı Pir Sultan’ı. Buyur etti, hâl hatır sordu, ikramda bulundu. İstanbul’a gidişini, Hakk’ın takdiriyle yükselip paşa oluşunu anlattı. Sonra lafı çevirip Tebrizli şahın Anadolu’ya serptiği fitne tohumlarına getirdi. 

Pir Sultan, önüne konmuş olan yiyecekleri geri çevirdi, kalktı Hızır’ın sofrasından. Kendisinden bir ses, bir cevap bekleyen paşaya dönüp dedi ki:

"Hızır! Yeni adın Hızır Paşa olmuş! İyi misin, hoş musun? Makam mevki memnun etti mi seni? Hızır! Çoban olup kuru yufka sunsaydın bana, şeker şerbet gibi yerdim. Sen dünyanın sefasına aldandın. İkramında haram kokusu var Hızır. Sunduğun sofraya oturmak yanlış, dediğine kulak vermek, senin durduğun yerde durmak yanlış... İkimizin arasına dünya girdi. İsteğinin oluru yok benden yana. Var sen bildiğini işle."

Hızır Paşa bu beklemediği çıkış karşısında şaşırmış, kendilerini dinlemekte olan adamlarına dönüp öfkeyle bağırmıştı:
"Alın bunu, atın zindana. Atın da akıllansın. Atın da bilsin padişah kimmiş, paşa kimmiş."

Pir Sultan’ı alıp boş bir çuvalı bırakır gibi bıraktılar karanlık bir mahzene. Gürültüyle örttüler kapıyı üzerine. Sabah akşam kuru ekmek ile su verdiler.

Günler geçti, geceler geçti, haftalar geçti...

Hızır Paşa’nın içi rahat değildi. Pir Sultan, pir olduğunu ispat etmişti işte. Yıllar önce kendisine dua ederken “Gün gelir bana kıyarsın, beni darağacına çekersin, ölümüm elinden olur, anlamazsın, bilmezsin.” dememiş miydi? Kapısında kalmıştı nice zaman, ekmeğini yemişti, suyunu içmişti, iyiliğini görmüştü Pir Sultan’ın. Bu koca pirin karanlık hücrede çürümesi reva değildi. Ama inat ediyordu doğru bildiğinde. Ne vardı isteğine tamam dese.

Haber gönderip çağırttı tekrar huzuruna. Pir Sultan’ı yine güler yüzle karşıladı. Oturtup şerbetle serinletti. Hâl hatır sordu:

"Yaptığın doğru değil koca pir. Döndüm yolumdan de. Yine gönlün bildiğini okusun. Kimselere fikrini belli etme. Ama görünüşte döndüm de. Ne kaybedersin. Bak şimdi  bir deyiş söyle ki döndüğüne inandır.  Sen Banaz’a dön sağ salim, ben de İstanbul’a."

Hızır Paşa emir buyurdu. "Pir Sultan’a bir saz ve onun sözünü kaydedecek bir kâtip" getirtildi. Sivas’ın devlet görevlileri, kadısı, müftüsü toplandı. Pir Sultan nemli gözlerini dolaştırdı kalabalıkta. Banaz’dan yana çevirdi yüzünü. Ayarladı, seslendirdi sazını. Esirgemeden doğru bildiğiyle dillendirdi sözünü:

Kadılar, müftüler fetva yazarsa
İşte kement, işte boynum asarsa
İşte hançer, işte kellem keserse
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

Yüksek damlı konak odasında soğuk bir rüzgâr esti. Ak sakallı görevliler “Bu pervasız adam ne diyor?” dercesine baktı birbirine. Hızır Paşa’nın rengi değişti, sustu başını eğip. Bu koca pirin bildiğinden dönmeyeceğini anladı.

Hızır Paşa haykırdı: “Tez alıp asın, uslanacağı yok bu koca pirin!” dedi. Kâtipler defterlerini topladı, kalemlerini ellerinden bıraktılar. Askerler, Pir Sultan’ı alıp yeniden zindana görürdüler. Birkaç gün içinde Pir Sultan asılacaktı. Kısa sürede bütün Sivas, bütün Anadolu bu haberle çalkalandı. Lakin kimsenin elinden bir şey gelmedi, kimse Hızır Paşa’yı kararından döndüremedi.

İdamdan bir gece önce cellatlar kaftanlarının eteklerine ziller takıp Sivas sokaklarında dolaştılar. Gelenekti bu; ne zaman ki cellatlar eteklerine zil takıp sokaklarda dolaşır, ertesi sabah birisi idam edilirdi. Sıra Pir Sultan’a mı gelmişti acaba?
Zil seslerini duyan Pir Sultan hissetti olacakları. Kendi kendine bir türkü mırıldanmaya başladı. Allah’tan gayrı kimse duymadı onun sesini. Şöyle dedi türküsünde koca pir:

SİVAS ELLERİNDE SAZIM ÇALINIR

Kul olayım kalem tutan ellere
Kâtip ahvalimi yaz şaha böyle
Şekerler ezeyim şirin dillere
Kâtip ahvalimi yaz şaha böyle


Allah’ı seversen kâtip böyle yaz
Sabah akşam şaha eylerim niyaz.
Umarım yıkılsın şu kanlı Sivas.
Kâtip ahvalimi yaz şaha böyle


Sivas illerinde zilim çalınır.
Çamlı beller bölük bölük bölünür.
Ben dosttan ayrıldım bağrım delinir
Kâtip ahvalimi yaz şaha böyle 

Münafığın her dediği oluyor.
Gül benizimiz sararıp soluyor.
Zalim Mervan şad olup da gülüyor.
Kâtip ahvalimi yaz şaha böyle. 

Pir Sultan Abdal’ım hey Hızır Paşa.
Gör ki neler gelir sağ olan başa.
Hasret koydun bizi kavim kardaşa.
Kâtip ahvalimi yaz şaha böyle. 

Ertesi sabah cellatlar zindandan aldı Pir Sultan’ı. Ellerine ağır kelepçeler vurdular. Keçibulan semtine götürdüler, sur dibinde darağacı kurdular. Ak sakallı başını geçirdiler yağlı urgana.

Pir Sultan asılırken taşlansın diye Hızır Paşa’dan buyruk geldi. Taşlamayanlar cezalandırılacaktı. Bu yüzden herkes eline bir taş alıp attı Pir Sultan’a doğru. Tarikat arkadaşı, kadim dostu Ali Baba da oradaydı. Pir Sultan’a taş atmaya bir türlü eli varmıyordu. Bir gülü gizlice ona doğru fırlattı. Kaderin cilvesine bakın ki, gül gidip Pir Sultan’ın yüzüne çarpıverdi. Bunu gören Pir Sultan, pek üzüldü ve yorgun dudaklarından şu şiir döküldü:

Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz.
Hak’tan emr’olmazsa ırahmet yağmaz.
Şu ellerin taşı hiç bana değmez.
İlle dostun gülü yaralar beni.

O esnada, Pir Sultan’ın ayağının dibindeki tabureye bir tekme vurdular.
Sustu Pir Sultan’ın söyleyen dili. Gözlerinde Banaz yaylasının yeşili kaldı. Kulaklarında kızı Sanem’in sesi, eşinin ağıdı çınladı. Çırpındı, çırpındı ve durdu bedeni. Urganda bir elif gibi sallandı günlerce ibret olsun diye.
 

Yazarın Diğer Yazıları