İbrahim Bin Ethem Hazretleri- (1)
Ramazan Sayar
İğnesin suya atan, balıklara getirten.
Tacın tahtın terk eden, İbrahim Ethem yatur.
İbrahim Bin Ethem Belh şehrinin padişahı idi. Gençliğinde şehzade olup, avlanmayı pek severdi. Prens tahtına oturur, istediğini yer, dilediğini giyer, her istediği anında yerine getirilirdi. Saraydan çıkacağı zaman kırk altın kalkanlı asker önünde, kırk altın kalkanlı asker arkasında, tantana ile yürürlerdi. Bir gece süslü yatağında uyurken, büyük bir gürültüyle uyandı. Tavan sallanıyordu. Heyecanla seslendi.
– Kimdir O? Tavandan cevap geldi.
– Yabancı değil tanıdık biriyim…
— Ne istiyorsun?
– Devemi kaybettim de onu arıyorum. İbrahim hazretleri hayretle:
- Hey şaşkın deve! Deve damda aranır mı? Deyince tavandan cevap verildi.
– Asıl şaşkın sensin. Allah’ü Teala atlas döşekler içinde mi aranır. Bu söz İbrahim Bin Ethem Hazretlerinin kalbine bir ateş gibi düştü. O zamana kadar yaptığı bütün kusur ve günahları düşünmeye başladı… Babası Ethem ölüp yerine padişah olduğu günlerden birinde ise; saraya aniden heybetli bir zat geldi. Padişah tahtında oturuyor, askerleri ve devlet büyükleri de etrafında elpençe divan duruyorlardı. Birden bire o zatı karşısında görünce :
- Kimsin ne istiyorsun? Diye sordu. Gelen kimse:
- Burada konaklamak istiyorum. Cevabını verdi.
– Burası han değil, benim sarayımdır. Deyince yolcu sordu.
– Burası daha önce kimindi?
– Babamındı.
– Daha önce kimindi?
– Dedemindi.
– Onlar şimdi neredeler?
– Vefat edip gittiler. O zaman yabancı zat güldü ve: Demek burada kalanlar; zamanı gelince gidiyorlar. O halde burası “Kervansaray” dır.
Benim “sarayım” demek yakışır mı? Dedi… O zat Hızır (as) idi. Belh padişahı bu sözleri işitince, derdi çoğaldı. Kararsızlık içinde:
- Atlarımı hazırlayın, ava çıkalım. Belki teselli oluruz. Emrini verdi. Sahra’ya ava çıktılar. Ne yapacağını bilemiyordu. Av köpeğiyle koşarken etrafındakilerden ayrıldı. O sırada:
“- Uyan!.” Diye bir ses işitti. Aldırmadı. Fakat o ses tekrar:
“-Uyan!.” Diye seslendi. Gene aldırmadı. Fakat o ses tekrar:
“-Uyan!” sesini duyunca hızla atını sürdü, koşturdu. Önlerine, bir geyik çıktı. Birden arzusu geyiği avlamak oldu. Fakat Allah tarafından lisana gelip:
- Ya İbrahim! Hak Teala seni, av avlamak için mi yarattı? Diye sordu. O zaman yüreğindeki ateş yeniden alevlendi. Gözyaşları sel gibi
aktı. Süslü elbiseleri ıslandı. Can’-ı gönülden, tövbe istiğfar eyledi. “Nasuh tövbesi” etti. Atını ve köpeğini kırbaçlayıp yanından kovdu.
Tek başına geri dönüp giderken bir çobana rastladı. O’na:
- Ey çoban kardeşim! Elbiselerimizi değişelim mi? Teklifinde bulundu. Çoban şaşırarak:
-Niçin? Diye sordu. O ise:
- Bakalım keçe, külah ve kepenek, bana yakışacak mı? Cevabını verdi… Sonunda çoban razı oldu. Elbiseleri değiştirdiler. Bu sırada Melekler O’nun halini seyrediyorlardı. Birbirlerine
– İbrahim; padişah elbisesini çıkarıp, ahiret elbisesini giydi. Dediler. O gerçekten dünyanın bütün süslü şeylerini terk etmiş, ahireti düşünür olmuştu. Tacını tahtını bırakmış Allah’ın Veli kulları arasına girmişti.