Ramazan Sayar

Hac-4

Ramazan Sayar

SALI’DAN DEVAM

Arafat dağıdır bizim dağımız 
Anda kabul olur duamız
Medine’de yatar peygamberimiz 
Ya Muhammed canım arzular seni.     

Öğle ve ikindi namazının beraber kılınması,(cem-i takdim) Arafat vakfesi duası ile program tamamlandıktan sonra akşam otobüslerle Müzdelife’ye hareket edildi. Müzdelife de akşam ve yatsı namazlarının birlikte kılınması,(cem-i te’hir) Müzdelife vakfesi ve duası ile çakıl taşlarının toplanmasından sonra beklemeden şeytan taşlamak için Mina’ya doğru yürüyüşe başladık. Sanki bayram yürüyüşü gibi. Kimi tekbir getirir kimi tehlil, kimi telbiye, kimisinin elinde ses cihazları Ankara 17.kafile sağa yaklaş kimi İstanbul 22 kafile sola yaklaş sesleriyle yollar adeta bir bayram şenliğinde Mina’ya kadar devam etti. Yolların kenarları tamamen atılmış hasır, battaniye ve benzeri atıklarla dolup taşıyordu. Sabaha yakın Mina’ya vardık. Tünellerden geçiyoruz. Klimaların sesleri o kadar yüksek çıkıyor ki, o sesler bile sanki şeytana yaklaşıldığının habercisi gibi. Herkesi bir heyecan sardı. Çünkü şeytan’ı yere sermeye gidiyor. Bakalım karşısına çıkacak olan büyük şeytan nasıl bir şey. Devamlı eşimin elinden tutuyordum. Biraz yokuş tırmanırken asılıyorum fakat kolum zorlanıyor. Acaba kolumu birisi mi çekiyor diye hafifçe başımı çevirdim soluma baktım eşim yürüyor ama ayakta uyuyor. Hatun hanım uyan. Bak büyük şeytan’a çarpacaksın dedim. Hemen toparlandı. Çünkü iki gecedir o’da uyumamıştı. Vara vara vardık. İşte büyük şeytan bu. Yedi taş atılacak. Bir an önce taşları atıp kafileden kopmayayım diye herkes hücum etti. Az ilerisinin boş olduğunu görünce eşimle beraber daha rahat taşlama yaptık. Tabi ki bu bir semboldü. Gerçeğini hazreti İbrahim, hazreti İsmail ve hazreti Hacer yapmışlardı. Sabah olmak üzereydi. Otele mi dönülecek, kâbe’ye mi gidilecek karar verilememişti. Çünkü mazeretli, özürlü, yorgun, hasta, yaşlı olanlar vardı. Herkes haline göre karar verecekti. Karamanlı hacı mevlit beye eşlerimizle beraber bir taksi tutalım otele gidelim diye karar verdik. Ana caddeye indik ama taksi bulamadık. Sorduk, aradık, kâbe’ye dolmuş kalkan yeri bulduk. “haram haram” diye müşteri toplayan dolmuşa bindik Kâbe’nin yakınında indirildik. Tekrar çantaları aldık. Otel tarafına giden otobüs durağına doğru yokuş yukarı tırmanmaya başladık. mevlid bey dayanamamaya başladı. Eşine, “Bedia benim pilim bitti, Bedia benim pilim bitti” diye gerçekten içten gelen bir yorgunluk ve bitkinlikle söyleniyordu. Bende az kaldı biraz daha gayret derken durağa ulaştık. Hemen ücretinin fazlalığına falan bakmadan bindik dolmuşa otele vardık. Eşime, birbirimizin saçlarını keselim, ihramdan çıkalım dedim. Hayır, ben yatacağım. Saç kesecek saç görecek halim dermanım kalmadı dese de ikna ettim. Diğer hacılarımızın bazıları yürüyerek bazıları otobüsle bazıları oralarda kalarak bazıları da birkaç gün sonra bulundular geldiler. Eşim annesine babasına telefon etti. Neredesiniz diye sordu. Yoldayız diye cevap verdiler. Bizde dolmuşta zannettik. Hâlbuki yürüyorlarmış. Yürüyerek gelenlerin günlerce ayaklarının altlarının kabarcıkları geçmedi. Eşimle beraber ikinci bayramı günü ziyaret tavafımızı ve sa’yımızı yaptık. Öğleden sonra da şeytan taşlamaya gidildi. Zamanında gidemeyenler başka guruplarla götürülüyordu. Akşam yemeği verilmeye başlanmıştı. Gurup başkanı, şeytan taşlamaya gitmeyen var mı diye birkaç defa sordu, gitti geldi. Elindeki listeye baktı. En önde elinde tepsi yemek almak üzere olan bir hacımıza sen taşlamaya gittin mi diye sordu. Hayır, cevabını alır almaz hemen tepsiyi bıraktırıp acele götürdü. Bu hali görünce öyle dikkatimi çekti ki, elimizdeki kaşığı ağzımıza ulaştıramadan beklide son nefesimizi vereceğiz diye düşündüm.
Bölge kıyafetlerine heves edip zaman zaman entari ve üzerine de siyah beyaz veya kırmızı beyaz örtüler örtenler olurdu. Bu da benim dikkatimi çekerdi.                                                                                                                                                                        Gördüğüm zaman gayet ciddi bir şekilde.” min eyne ente ya ahi?”  “kardeş sen nerelisin?”  diye sorardım. “Türk, Türk” diye cevap verirler, güzel bir gülümsemeyle hemen bana sarılırlardı.              
Fazla umre yapmak için hazreti Aişe mescidine gittik. Mikat’a girdik. kâbe’ye gitmek için eski model üstü açık bir dolmuş tuttuk. Dolmuş yokuşu tırmanmaya başlayınca kendisini bıraktı. Öyle bir egzoz patlaması oluyor öyle bir ses ve duman çıkarıyor ki sanki büyük bir yangın var zannedersin. Adama inelim arakadan iteleyelim diyoruz. “la la” diyor. o da gülüyor bizde derken yokuşu tırmandık ama gülmekten kırıldık.   
Mekke’den ayrılmadan önce kafile başkanımız karaman Sarıveliler Müftüsü Veysi Bey, Selçuk üniversitesi emekli öğretim görevlisi bir hacımız, eşim ve ben Mekke etnografya müzesine gezmeye gittik. İkindi namazından akşam namazına kadar müzede kaldık. Bütün yazı, eser ve fotoğrafları inceledik. Dikkatimi çeken çok önemli bilgiler edindim. Bazılarını paylaşmak istiyorum. Birincisi: “Kâbe’nin ilk yapıldığı zamanki halini gördüm. Seyrek evler arasında taştan yapılmış üzerinde örtüsü olmayan ve üstü açık bir yapı olarak görülüyor.” ikincisi: “Osmanlı sultanı sultan Abdülmecit tarafından 1882 yılında yaptırılan Kâbe’nin çevresindeki sütunların resmi vardı. Kâbe’den yüksek olmasın diye namaz kılınacak bu bölüm daha aşağıda yapılmış.” üçüncü de: “1950 yılında Kâbe’nin bulunduğu mekânı su basmış, hacıların bir kısmı Kâbe’nin kapısına tutunarak boğulmamaya çalışıyor, bir kısmı da yüzerek tavaf yapmaya uğraşıyordu.”                                                           
Hacılar yavaş yavaş veda tavaflarını yapmaya başladılar. Yanında eşi de olan bayan hacılardan birisini Kâbe’nin huzurundan ayrılırken gözyaşları içinde kâbe’yi göremeyecek duruma gelinceye kadar geri geri gittiğini gördüm. Ertesi günü veda tavafı’ndan sonra eşim de aynı tazimde bulunup gözyaşlarını tutamayınca o anda durumu gören gurup başkanımız karaman Başyayla Müftüsü İsa Bey: “Ramazan abi, herhalde yenge ayrılamayacak istersen burada kalsın.” diyerek latife yaptı. Elbette mekânların en güzelinin yanından ayrılmak kolay değildi. Ama başka bir çaremiz de yoktu.  
Mekke’den ayrılmanın zamanı gelmişti. Odalar boşaltılmış, eşyalar otobüslere verilmek için aşağıya indirilmişti. Herkesi yeni bir heyecan, yeni bir telaş sarmıştı. Artık Rasulullah’ın huzuruna gidiliyordu. Ama hangi otobüsle, nereye oturularak gidilecekti. Yolculuk 7–8 saat çöl sıcağında yapılacaktı. Durumu yerinde görmek için zahir bölgesindeki diyanet işleri başkanlığı hac organizasyonunda görevli Amasra Müftüsü gelmişti. Daha önce organizasyon yerinde tanışmış, tatlı tatlı sohbet etmiştik. Karşılaşınca ayakta biraz daha sohbet ettik. Tabiî ki konumuz hac oldu. Mekke döneminin nasıl geçtiğini sordu. Bende: öncelikle diyanet işleri başkanlığımızı ve görevli personelini tebrik ediyorum. Canla başla hizmet veriyorlar. Devamlı “abi yapacağımız bir şey var mı?” diye soruyorlar. Özellikle yemekler tam Türk damak tadını verdi. Burada bir hususa işaret edeyim: yemek şirketi başkanı Hatay’lı idi. “nasıl hacı abi yemeklerden memnun kaldınız mı?” diye sorunca. Son derece memnun kaldığımızı ve bu durumu gazete de yazacağımı söyledim. Diğer gurup başkanı Konya Bozkır ilçesi Hamzalar beldesi imam hatibi kadir hoca da: “Ramazan abi bu gördüklerini mizahi tarzda kitap ya da gazete de yaz da okuyalım.” derdi. Diğer bir hususta şu: “Suudi idaresi’nin alması gereken bazı tedbirler var. Özellikle Mekke de temizlik ve karasinekle, Arafat da ise sivrisinekle mücadele yapmalı. Diyanet işleri başkanlığımız ise: hacılarımızı Müzdelife’den Mina’ya kadar yürümek mecburiyetinde bırakmamalı. Araçla ulaşım imkânı sağlanmalı. O zaman ziyaret tavafını yapmak isteyenler daha dinç yaparlar. Büyük şeytan taşlandıktan sonra otellerine dönecek hacılarımıza yardımcı olunmalı.” dedim. Sayın müftümüz de: “Suudi idaresi maalesef sineklerle mücadelede başarılı olamadı. Büyük şeytan taşlandıktan sonra peygamberimiz bile bu kalabalığı kaldırmaz diye Mekke’ye inmemiştir. Mina’ya çıkmıştır.” dedi. Allah razı olsun, sizlere ve diyanet işleri başkanlığına başarılar diliyorum. Dedim.                                               
Otobüse valizleri verdik. Eşimin ve kendimin el çantalarını da şoförün arkasındaki oturağa koydum. Karşımızı da gurup başkanımıza ayırdım. Seyyare’nin (şoför) karnını doyurdum. Sürücüler genellikle ya mısır’lı ya da Yemen’li olurlar. Hacılardan birisine herkesten birer riyal toplattırdım. Şoföre verdim. Medine yolculuğu başladı. İlahi kaseti koy dinleyelim diyorum. La la (yok) diyor. Öyleyse sohbet edeceğiz. Dedim. Medine’ye varıncaya kadar uykumuz gelmesin diye sohbet ettik. Tabiî ki arka taraf uyudu. Otele eşyaları bıraktık. Yanıma iki tane hacı aldım. Doğru Mescid-i Nebevi’ye gittik. Henüz sabah namazının vakti girmemişti. Yatsı namazını Ravza-ı Mutahhara da kıldık. Bekledik sabah namazını da kıldık. Peygamberimizi, Hazreti Ebubekir’i ve Hazreti Ömer’i selamladık. Otele geri geldik. Kahvaltılarımızı yaptık. Otel Raşit son derece konforlu idi. kapıları açmak kapamak için kart verdiler. Herkesin eşine, yakınına telefon edebilmesi için iç numara verdiler. Televizyon uydusunu Türkiye’ye göre ayarladılar. Yanımdaki hacı arkadaşlarıma, kartların nasıl kullanılacağını, eşlerinin kapılarına gitmeden iç hatla nasıl konuşacaklarını, banyodaki duşların özelliklerini, hangi uydudan Türk televizyonlarını seyredebileceklerini anlattım. Buna rağmen yinede alışılamayan durumlar oldu. Usanmadan bıkmadan yardımcı oldum. Çok dualarını aldım. Bu beni daha da mutlu etti. Mescid-i Nebevi’ye varıp yeşil kubbe’nin altında, iki yeşil direk arasında Allah’ın Resulünü, ( Ravza-ı Mutahhara) gördüğüm zaman hemen gönderilen selamlar aklıma geldi.  

(DEVAM EDECEK)
 

Yazarın Diğer Yazıları