Ramazan Sayar

Ecel Şerbeti

Ramazan Sayar

Aldanma dünyaya bir gün göçersin
Ecel şerbeti elbet içersin
Mal evlattan hep vazgeçersin
Azrail canın aldığı zaman

İsrafil Sur çalar, canlar uyanır
Mahşer dehşetine can mı dayanır?
Kötü amellerle yüzler boyanır
Mahşer gününe çıktığın zaman.

Çekerler çeneni seni soyarlar
Teneşir üstüne hemen koyarlar
Yerinden yurdundan o gün atarlar
Ağaçtan atına bindiğin zaman

Bırakırlar seni kalırsın yalnız
Kalınca ne olur bilmem halimiz
Sana yardım etmez bugün malımız
Melekler suale geldiği zaman

Vücudum çürüyüp etler dökülür
Harap olur kemiklerim sökülür
Senin kabrinde çimenler büyür
Çürüyüp de toprak olduğun zaman.

Gelenler gidiyor, gidenler gelmiyor. Gidenlerin ne yaptıklarını kimse bilmiyor. Gelenler gelmeye gidenler gitmeye devam ediyor. “Nereden geldik, niçin geldik, nereye gidiyoruz” sorularına hep cevap aranıyor. Garip de olsa, zengin de olsa ölümün gerçeğinden kimse kurtulamıyor.

Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin
  
Söyler dilim ağlar gözüm
Gariplere göynür gözüm
Meğerki gökte yıldızım 
Ola garip bencileyin

Ölüm tasavvuf ehline göre boş odadan dolu odaya geçmek, rüya âleminden gerçek âleme ulaşmaktır. Geçişin ilk durağı kabirdir. Ebu Derda’nın bir kabrin başına oturup “Ey kabir, dışın ne kadar sessiz fakat için ne dehşet verici korkularla doludur” diyerek ağladığı rivayet edilir. Hz. Osman da bir kabrin başına geldiği zaman sakalını ıslatacak kadar hüngür hüngür ağlardı. Hz. Osman’a cennet ve cehennemi düşününce neden bu kadar ağlamıyorsun da kabir gördüğün zaman ağlıyorsun diye sormaları üzerine Hz. Osman: “Peygamberimiz, “Kabir, ahiret konaklarının ilkidir. Kişi burayı selametle atlatırsa ilerisi selamet olur. Felaketle atlatırsa ilerisi de felaket olur” demiştir. Hiçbir manzara görmüş değilim ki kabir ondan daha korkunç olsun” diye cevap verir.

Yalancı dünyaya konup göçenler 
Ne söylerler ne bir haber verirler
Üzerinde türlü otlar biterler
Ne söylerler ne bir haber verirler

Peygamberimiz: “Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur. Üç şey ölünün arkasından kabre kadar gider: Ailesi, malı ve ameli. İkisi geri döner, biri kalır. Dönenler ailesi ve malıdır. Kalan da amelidir” buyurur. 

Aklım vardır diye söyler tabipler
Lokman gibi bilgin olsa ne fayda
Son nefeste söylemezse bu diller
Bülbül gibi dilin olsa ne fayda

Sen ne kadar âlim olsan kardeşim
Allah için akmıyorsa gözyaşın
Eğer iman olmaz ise yoldaşın
Dört kitabı yutmuş olsan ne fayda

Nasıl yaşarsak öyle ölürüz. Nasıl ölürsek öyle haşrolunuruz. Kişinin dünyada nasıl bir yaşantısı varsa kabirde onun karşılığını görür. Kabir, üç beş kazma vurularak açılan bir çukur değil, fani dünya ile gerçek dünya arasında bir geçiş yoludur.
Bedenin ecel şerbetini tatması ilk kıyamettir. Orta kıyamet, kabir hayatıdır. İsrafil’in (as) sur’a üflemesiyle bütün canlıların ölümü ve sonrası ise üçüncü kıyamet yani büyük kıyamettir. Kıyametin her safhasında insana sorular sorulacaktır.

Bu dünyaya geldin ne amel kıldın,
Derse Allah ben ne cevap vereyim?
Şimdi huzuruma sen nasıl geldin, 
Derse Allah ben ne cevap vereyim?

Peygamberimiz hastalanmıştı. Kızı Hz. Fatıma: “Kim bilir ne acılar çekiyorsun babacığım?” deyince Peygamberimiz: “Babasının sevgili kuzusu, bu günden sonra babacığın hiç acı çekmeyecek” cevabını verdi. Son nefesini vermeden önce Hz. Fatıma babasına sordu: 
-Babacığım, ben kıyamet günü seni nerede bulacağım? 
-Ey Fatıma, beni hesap mizan yerinde bulursun.
-Orada bulamazsam babacığım?
-Havz-ı Kevser yanında bulursun.
-Orada da bulamazsam babacığım?
-Sırat Köprüsü başında ümmetim için yalvarırken bulursun… Cevabını verdi.
 Azrail (as) peygamberimize cennetin kokusunu koklattı. Peygamberimiz “yüce dosta, yüce dosta” diyerek gözlerini yumdu. 

Fahri âlem göç eyledi dünyadan
Ümmetlerim size olsun elveda
Bize gel oldu ol yüce Mevla’dan
Ashaplarım size olsun elveda                                                                                                                                                      

Yüce yaratan: “Her nefis ölümü tadacaktır, dönüşünüz bize olacaktır”(Enbiya–35) buyuruyor. Gelen gidiyor, gidenler geri gelmiyor. Ölüm bir gerçektir, kimse inkâr edemiyor. Bu gerçeği hiçbir zaman hatırdan çıkarmamamız, her an hazırlıklı olup hayatın kadrini bilmemiz gerekiyor.

Çalışalım dostlar gelin durmadan 
Ecel gelip son uykuya dalmadan 
Azrail gelip ruhumuzu almadan 
Hayatın kadrini bilin müminle. 
İnsanlar ölüm anıldığı zaman elleri ile tahtaya vurarak : ”Allah gecinden versin” gibi sözlerle kendilerini avuturlar. Hâlbuki vurdukları tahta kendilerine teneşir sesi vermektedir. Akıllı insan ölümü çok düşünen ve ona karşı hazırlığını tamamlayandır.

Ömür bahçesinin gülü solmadan
Uyan ey gözlerim gafletten uyan 
Ecel gelip bir gün devran dönmeden
Uyan ey gözlerim gafletten uyan

İnsan gafil olmamalı. Çünkü dostu gidiyor. Düşmanı gidiyor. Yar-i, ağyarı gidiyor. Ana, baba, evlat, kardeş, akraba, eş, dost hepsi bu yolun yolcusu. Gidenler geri gelmiyor. 

Artık demir almak günü gelmişse zamandan 
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan 
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol 
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol 
* * *
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden 
Birçok seneler geçti dönen yok seferinden 

Her derdin bir çaresi vardır ancak ölümün çaresi yoktur. Peygamber de olsa padişah da olsa herkes mutlaka ecel şerbetini içecektir. Azrail, Hz. Süleyman’ın canını asasına dayalı haldeyken aldı. Sonra asasına kurt düştü, asa kırıldı. Cinler ve insanlar o zaman öldüğünü fark ettiler. Hz. Davut’un canını ise dört basamaklı bir merdivenin ikinci basamağında aldı. 

Nicelere malın mülkün sattırır 
Ölüm sana niçin çare bulunmaz 
Ananın babanın belin büktürür 
Ölüm sana niçin çare bulunmaz 

Kimisi kardeş diyerek yolunur 
Oğlun diyenlerin bağrın delinir 
Bütün dertlere derman bulunur 
Ölüm sana niçin çare bulunmaz   

Zalim padişahın birisi ölümden kaçmak için özel saray yaptırır. Çevresine hendekler kazdırır, kat kat nöbetçiler yerleştirir. Ancak sonunda karşısında Azrail’i görür ve can verir.

Büyüklenme insanoğlu
Ölmemeye çaren mi var?
Hazan olmuş bir gül gibi
Solmamaya çaren mi var? 

Düşünmezsin sen ölmeyi 
Terk etmezsin hiç gülmeyi 
Yakası yok ak gömleği 
Giymemeye çaren mi var

Konya’da ünlü bir doktor, hastalarına başarılı bir şekilde şifa bulmakta, hastalarını ölümden kurtarmaktaydı. Ancak aynı dertten muzdarip olan oğluna çare bulamayınca “Ne olur doktor, çocuğumu kurtar” diyen bir hasta yakınına: “Elimde olsa kendi oğlumu kurtarırdım. Elimizden geleni yaparız. Ancak sabırdan başka elimizden ne gelir” demiştir.

Bak şu dünyanın türlü türlü haline
Hiç kimse çare bulmaz ölüme
Ne gelirse kuluna Allah’tan gelir
Sabredelim gönül elden ne gelir
Ne gelirse kuluna Allah’tan gelir.  

Ölüm: Ana, baba, evlat, eş-dost, akraba demeden sevenleri birbirinden ayıran, evler yıkan, ocaklar söndüren, ağızların tadını bozan bir gerçektir. Süfyan-ı Sevri, yanında ölüm anıldığı zaman öyle ağlardı ki bayılır birkaç gün kimseyle ilişkisi olmazdı.

Dağ başında yeşil yaprak
Yeraltında kefen yırtmak
Bastığımız kara toprak
Boynumuzdan aşar bir gün 

Yiğit yürümesi hoştur
Zalim yürek demir taştır
Can kafeste Hüma kuştur
Kuş kafesten uçar bir gün 

Ömür o kadar kısa ki, yarısı yatakta, bir kısmı da beşikte ve çocuklukta geçiyor. Bir bakmışsın ki saçlara aklar düşmüş, beller bükülmüş, dişler dökülmüş, kan bedenden çekilmiş olduğunu görürsün. Çıkış kapısından geri dönüp baktığımız zaman, giriş kapısının da hemen arkamızda olduğunu fark ederiz. Artık iş işten geçmiş olur. 

Geldi geçti ömrüm benim 
Şol yel esip geçmiş gibi 
Hele bana şöyle gelir 
Şol göz açıp yummuş gibi  

İşbu söze hak tanıktır 
Bu can bu gövdeye konuktur 
Bir gün ola çıka gide 
Kuş kafesten uçmuş gibi    

Şımarık bir zengin Azrail’i karşısında görünce mallarına dönerek: “Hepinize yazıklar olsun. Sizinle bu kadar meşgul oldum. Allah’a karşı görevlerimi unuttum” der. Malları da adeta dile gelip: “Bize ne kusur buluyorsun? Bizi haram yollardan kazanıp bizimle çalım satan sen değil misin?” diye cevap verirler. 

Aldanma dünyaya bir gün göçersin                      
Ecel şerbetini elbet içersin        
Mal evlattan hep vazgeçersin 
Azrail canını aldığı zaman  
  
Çekerler çeneni seni soyarlar  
Teneşir üstüne hemen koyarlar 
Yerinden yurdundan hemen atarlar 
Ağaçtan atına bindiğin zaman
Can bedenden çıkıp, tabuta konup, dört kişinin omzuna bindikten sonra ne evlat, ne dost, ne mal hiçbir şey fayda vermez.   

Sular akar arkın arkın
Felek döndürmüyor çarkın
Bu dünyada malım mülküm
Vardır diyen yalan söyler  

Mal sahibi, mülk sahibi 
Hani bunun ilk sahibi 
Mal da yalan, mülk de yalan 
Var biraz da sen oyalan

Ölüm kimimize göre korku, kimimize göre sevinç, kimimize göre ayrılık, kimimize göre de dosta kavuşmadır. Hz. Mevlana, ölümü sonsuz hayata açılış olarak görür. “Ecel rüzgârı, ariflere gül bahçelerinden esip gelen rüzgâr gibi latif ve hoştur. Ölüm, sevgilime kavuşma zamanımdır” der.   
Her yaratılanın bir öncesi ve sonrası vardır. İnsanın sonu da yaratana dönmektir. 

Haktan inen şerbeti, içtik elhamdülillah 
Şol kudret denizini, geçtik elhamdülillah 
Kuru idik yaş olduk, kanatlandık kuş olduk 
Birbirimize eş olduk, uçtuk elhamdülillah 

ÇAREN Mİ VAR

Büyüklenme insanoğlu, 
Ölmemeye çaren mi var? 
Hazan görmüş bir gül gibi 
Solmamaya çaren mi var? 

Dünya değirmendir döner, 
Bütün mahlûk ona biner, 
Yağı biten kandil söner, 
Sönmemeye çaren mi var 

Düşünmezsin hiç ölmeyi, 
Terk etmezsin çok gülmeyi, 
Yakası yok ak gömleği, 
Giymemeye çaren mi var? 

Katma mülke haram malı 
Fayda vermez, kilim halı, 
Bu emanet olan canı, 
Vermemeye çaren mi var? 

Gelince son nefes sana, 
Sözün söyle can dostuna, 
Teneşirin yat üstüne, 
Yunmamaya çaren mi var? 

Güzün döker sarı yaprak, 
Yüzün örter sarı yaprak, 
Çürür kefen, vücut çıplak  
Kalmamaya çaren mi var? 

Ne bir yemek, ne içecek, 
Etin yerler, börtü böcek, 
Yıllar geçip beyaz kemik 
Olmamaya çaren mi var?

Yazarın Diğer Yazıları