Ramazan Sayar

Ashab-I Kehf

Ramazan Sayar

Hz. İsa’nın doğumundan iki yüz elli yıl sonra Bizanslılar döneminde kral Deokyanos, Tarsus’ta bir bayram günü mabede geldi, putlara karşı büyük bir vecd ile ibadetini yaptı. Ancak gençlerden Yemliha, putlara saygı göstermedi. Kralın çevresindeki gençler Yemliha’nın evinde toplandılar. Neden Tanrılarına secde etmediğini sordular. Yemliha: “Evet, secde etmedim. Çünkü taştan, ağaçtan yapılmış heykellerde hiçbir şey görmedim.” Dedi. Dışarı çıktılar. “Bakın şu aya, yıldızlara, sema’ya… Bunları ve bizleri yaratan var. Asıl O’na ibadet edilir.” Diye izahta bulundu. Bu gençler ikna oldu. Her gece birisinin evinde toplanıyorlardı. Kralın adamlarından birisi toplantıya katıldı. Dinledi, dinledi ama ikna olmadı. Durumu Kral’a haber vermeye gitti. Gençler hemen atlarına binip şehrin dışına çıktılar. Sonra atlarını bırakıp yaya yürümeye başladılar. Yol üstünde arkadaşlarından birinin çiftliğine uğradılar ki daha önce o da onların dinlerini kabul etmişti. Nereye gittiklerini sordu. Onlar durumu olduğu gibi anlattılar:

— Hükümdar bizim dinimizi terk ettiğimizi öğrendi. Şimdi o muhakkak bizi öldürmek için arıyordur, ondan dolayı kaçtık. Dediler. Bu genç arkadaşları onlara:

— Ben de sizinle beraber giderim. Dedi. 

Yola koyuldular, bütün gün yol aldılar. Akşamın karanlığı çöktüğü sırada geceyi geçirmek için bir yer aradılar. Nihayet yüksek bir dağın eteğinde bir mağara buldular ve oraya sığındılar. Kıtmir isimli köpekleri de peşleri sıra mağaraya geldi. Havlamasıyla bizi ele verir diye köpeği kovdularsa da geri geldi. Sahibi çoban: “Bırakın kalsın, dışarıdan gelen tehlikelere karşı bizi korur.” Dedi. Mağaraya girip uyudular. Köpek de ayaklarını büktü, mağaranın kapısında uyudu.

Onlar mağarada uykuya daldıkları sırada kral da aramaya başlamıştı. ”Onları yakalayıp sorguya bile çekmeden çarmıha germeli.” Diye düşünüyordu. Ailelerini, çevreyi araştırttı, bulamadı. İzlerini sürdürdü. Uzun bir aramadan sonra, onların sığındıkları mağarayı buldular. Bu mağaranın içi güneş görmez ve karanlık içindeydi. Kapısının önünde durdular, şaşırır gibi oldular, korkuyla ürperdiler. Kral adamlarına içeri girmelerini emretti. İçeri girmeye kimse cesaret edemedi. Hepsi de korku içinde idiler. İçlerinden bir tanesi: “Hükümdarım! Siz bunları öldürmek istiyor musunuz? “Evet istiyorum.” “Öyle ise bırakın mağaranın ağzını kapatalım. İçeride onları açlık ve susuzluktan ölüme terk edelim, böylece siz de intikamınızı almış olursunuz.” Dedi. Bu fikir hükümdarın hoşuna gitti, hemen mağaranın kapısını örtmelerini emretti. Sonra alaylı bir tavır ile: “Eğer onların yeni iman ettikleri Tanrı’larının kuvveti varsa gelsin. Bu mağaradan onları kurtarsın.” Dedi.

Gençler bir süre sonra uykularından uyandılar. Devamlı uyumalarından mıdır, yoksa başka bir sebepten mi, uyandıklarında her birisi bir yerinin ağrımakta olduğundan şikâyetçi idi. İşte bu şekilde uyandılar.

İçlerinden birisi sordu: “Acaba ne kadar uyuduk dersiniz?” Diğeri cevap verdi: “Bir gün veya bir günden de az.” Ötekiler de onu tasdik ettiler. Hepsi bir anda acıkmış olduklarını hissederek: “Çok acıkmışız.” dediler. Aralarından birinin şehre giderek bir şeyler almasına karar verdiler. Fakat bu işi kim yapacaktı? Şehre inen tanınırsa hepsinin hayatı tehlikeye girecekti.

İçlerinden biri: “Şehre ben gideyim. Çarşıdan bir şeyler alıp hemen dönerim.” Dedi. “Olmaz.” dediler. “Hükümdarın adamları seni tanırlar sonra peşine düşerek yerimizi bulurlar, bizi yakalarlar.”

Yemliha: “Ben hiç kimseye görünmeden gider gelirim.” Dedi. Razı oldular. Yemliha yanına biraz gümüş akçe alarak yerinden kalktı. Mağaranın kapısına varınca oranın kapalı olduğunu gördü. Elleriyle yokladı. Sonra bir kişinin sığacağı kadar bir delik açarak dışarı çıktı.  
Hükümdarın adamlarından birine rastlarım da yakalarlar diye tenha yollardan gidiyor, kimseye rastlamamaya çalışıyordu. Korka korka sağa sola bakıyor ve yoluna devam ediyordu. Fakat yürüdükçe hayretten hayrete düşüyordu. Çünkü yürüdüğü yollar daha önceki yollara hiç benzemiyordu. Öyle yerlerden geçiyordu ki daha önce buraları hiç görmemişti. Yollar başka, taşlar, ağaçlar başkaydı. Ama nasıl olurdu. Daha dün geçmişti buralardan. Hafızasını yokladı. Kendi kendine: “Rüya mı görüyorum yoksa?” Dedi. Tekrar sağına soluna bakındı: “Evet, evet rüya görüyorum.” Tanıdığı bir ize rastlamamıştı. Yer yer yabancı gelmişti. Nihayet şehre vardı. Şehrin kapısı bile başkaydı. Gözlerini ovuşturdu tekrar kendini yokladı. Hayretler içerisinde şehre daldı. Caddeler, sokaklar geçti. Dükkânların önüne vardı ama onlar da değişmişti. Bir sürü yabancı insanla karşılaştı. Ama nafile, işin içinden bir türlü çıkamadı. 

Cebinden bir gümüş akçe çıkararak bir ekmekçi dükkânına girdi. Parayı uzatarak kendisine bir ekmek vermesini söyledi.

Ekmekçi parayı eline aldı. Evirdi, çevirdi yüzüne baktı. Genç adam: “Ne var, ne oldu?” Dedi. “Evet, ne olmuş? Baksana üzerinde hükümdarın resmi var, yoksa sahte mi zannettin?”  

Ekmekçi: “Hangi hükümdardan bahsediyorsun sen?” Dedi. 

Hangi hükümdar olacak? Bu memleketin hükümdarı olan “ Deokyanos”tan bahsediyorum tabi.

Ekmekçi bir kahkaha atarak: “Sen benimle alay ediyorsun, yalan söylüyorsun. Hem bizim hükümdarımız “Deokyanos” değil “Tendüvis”tir.
-Hayır, yalan söylemiyorum. Ben buradan daha dün ekmek ve bazı yiyecekler alarak ayrıldım. Dedi. 

-Hayır, hayır sen bir hazine bulmuşa benziyorsun. Bu çok eski tarihlere ait bir akçedir. Dedi ve yaka paça ederek hükümdarın muhafızına teslim etti. Genç hayretler ve dehşetler içerisinde kendisini hükümdarın huzurunda buldu. Hükümdar adil bir kimse idi. “Nedir bu gencin hikâyesi, ne istiyor?” Dedi. Muhafız durumu anlattı. Hükümdar gence dönerek: “Ne dersin? Bu söylenenler doğru mu?” Dedi. Genç: “Hayır, ben hazine bulmuş değilim. Asıl onlar yalan söylüyorlar. Bu para benim öz paramdır.” “Peki, sen kimleri tanıyorsun?” Genç adam tanıdıklarını saydı. Hiç kimseyi de tanımadılar.

 “Ben ve arkadaşlarım kral “Deokyanos”un zulmünden kaçtık.” Deyince hükümdar hayret ederek: “O öleli üç yüz seneden fazla oldu.” Dedi.    

Genç adam: “Demek biz üç yüz seneden fazla mı yaşadık? Bu inanılmayacak bir şey.” Dedi. Bütün paralarını çıkardı. “Bunlar “Deokyanos”un resimlerini taşıyan paralar.” dedi.

Hükümdar paralara baktı baktı… “Bu işe akıl sır erdiremedim.” Dedi.

Yemliha: “Yani biz arkadaşlarımızla mağarada üç yüz sene mi uyumuşuz?” Dedi. Hükümdar: “Senin mağarada arkadaşlarında mı var? Genç: İnanmazsanız geliniz gidelim.” Dedi. Hükümdar kabul etti. Hükümdar ve maiyeti atlara binerek Yemliha’nın peşine düştüler. Mağaraya yaklaştıkları sıra Yemliha: “Sizin burada biraz beklemenizi rica ediyorum. Arkadaşlarım atların gürültüsünden “Deokyanos”un adamları zannedip aniden ölürler.” Dedi. Yemliha arkadaşlarına olanları anlattı. “Biz bu mağarada üç yüz sene kalmışız. Ortada ne “”Deokyanos” kalmış ne de bildiğiniz şehir. Her şey değişmiş, yeni bir âlem olmuş.” Bundan sonra o anda hepsi derin bir sessizliğe gömüldüler. Oldukları yerde adeta yığılır gibi kalarak bir daha uyanmamak üzere ebedi uykularına daldılar. Sabırsızlanan hükümdar, gidin bakın dedi. Fakat giden adamları da geri gelmedi. Bu defa bizzat kendisi gitmeye karar verdi. Fakat gitmesiyle kapının ağzında donakalması bir oldu. Çünkü gördüğü manzara akla mantığa sığacak bir manzara değildi. Mağaranın ağzı girilmeyecek şekilde örümcekler örmüş, gençlerin de gözleri açık, yerde ölü vaziyette yatıyorlardı. Maiyetiyle geri dönmek isteyen hükümdar yine hayretler içinde kaldığı bir manzara ile karşılaştı. Az önce ölü olarak yerde yatıyor gördüğü gençler arkasını döner dönmez ortadan kaybolmuşlardı. Bu da olsa olsa bir mucize, Yüce Allah’ın bir eseriydi.

Bu hali gören hükümdar, Allah’ın büyüklüğü karşısında dua etti. Gözyaşı döktü. İmana geldi. Derhal bu mağaranın yanında bir mabet yapılsın diye emir verdi.

 NE SÖYLERLER NE BİR HABER VERİRLER

Yalancı dünyaya konup göçenler 
Ne söylerler ne bir haber verirler 
Üzerinde türlü otlar biterler 
Ne söylerler ne bir haber verirler. 

Kiminin başında biter ağaçlar 
Kiminin başında sararır otlar 
Kimi masum kimi güzel yiğitler 
Ne söylerler ne bir haber verirler.  

Toprağa gark olmuş nazik tenleri 
Söylemeden kalmış tatlı dilleri 
Gelin duadan unutmayı bunları 
Ne söylerler ne bir haber verirler. 

Kimisi dördünde kimi beşinde 
Kimisinin tacı yoktur başında 
Kimi altı kimi yedi yaşında 
Ne söylerler ne bir haber verirler. 
                         
Kimisi bezirgân kimisi hoca  
Ecel şerbetini içmek de güç a 
Kimi aksakallı kimi pir koca 
Ne söylerler ne bir haber verirler.  

Yunus derki gör takdirin işleri 
Dökülmüştür kirpikleri kaşları 
Başları ucunda hece taşları 
Ne söylerler ne bir haber verirler. 
YUNUS EMRE

Yazarın Diğer Yazıları