Aziz Mahmud Hüdai-2
Nefise Gürbüz
Kurmuş olduğu Celvetîlik Tarikatı’nda âyinlerin icrâsında musikiye büyük bir ehemmiyet veren Aziz Mahmud Hüdayi aynı zamanda usta bir musikişinastır. Bugün elimizde 3’ü ilahi, biri tevşih olmak üzere toplam dört bestesi bulunan Hüdâyî’nin bilhassa bestelenmek üzere ilahiler, tesbihler, temcid ve münâcâtlar kaleme almış olduğu bilinmektedir. Hüdâyî’nin besteleri kendisinden sonra gelen birçok önemli musikişinas için de örnek teşkil etmiştir. Aziz Mahmud Hüdayi Tekkesi, büyük sûfînin sağlığında başı darda olanların, hayatı tehlikede olanların sığındıkları bir yer olma hüviyetini bugün de Hüdâyî hakkında yüzyıllardır anlatılagelen menkabelerden dolayı sürdürmektedir. Aziz Mahmud Hüdâyî’nin manevi şahsiyetinin günümüze kadar önemini koruması açısından önemli rol üstlenen bu menkabelerden biri şeyhin Sultan I. Ahmed’i ziyaret edeceğine söz verdiği bir günde dalgalı denizin sadece onun sandalının geçtiği yerde durgunlaşmasıdır ki bu menkabe, dönemin kayıkçıları arasında Hüdâyî Yolu olarak adlandırılan bir yoldan bahsedilmesine neden olmuştur. Hüdayî öldüğünde geriye altmış civarında halifesinin yanında otuza yakın da eser bırakmıştır.
Gerek devrinde gerekse daha sonra yazılan tarih ve bibliyografya kitaplarında “kutbü’l-aktâb, sâhib-i zamân, mürşid-i kâmil” gibi unvanlarla anılması ölümünden sonra da şöhretinin devam ettiğini gösterir. Dilden dile nakledilen menkıbe ve kerametleri halkın gönlünde taht kurmasını sağlamış, ziyaretçileri her devirde artarak devam etmiştir. Daha sağlığında hayatını tehlikede gören pek çok devlet adamının onun tekkesine sığınarak hayatını kurtardığı bilinmektedir. Vefatından sonra ise bıraktığı çok zengin vakfiyesi sayesinde tekkesi, imaret ve külliyesi halkın sığınak ve barınağı olmuştur. Özellikle mensupları, sevenleri ve türbesini ziyaret edenler hakkında, “Denizde boğulmasınlar, âhir ömürlerinde fakirlik görmesinler ve imanlarını kurtarmadıkça gitmesinler” şeklindeki duası, türbesini İstanbul’da Eyüp Sultan, Sünbül Efendi ve Yahyâ Efendi’den sonra ziyaretçisi en çok olan türbeler arasına sokmuştur. 1266 (1850) yangınında yanan Hüdâyî Külliyesi’nin devrin padişahı Abdülmecid tarafından yeniden inşa ettirilmiş olması, bu sevgi bağının saray çevresinde devam etmekte olduğunu gösterir.
Taziz Mahmud Hüdi, tasavvufî halk edebiyatı şairleri zümresi içinde yer almış, sade ve hikemî mahiyette tekke şiirleri yazmıştır. Daha çok ilâhi tarzındaki bu şiirleri bir divan oluşturacak sayıdadır. Şiirlerinde bazen hece, bazen da aruz veznini kullanan Hüdâyî, İbnü’l-Arabî’nin sistemleştirdiği vahdet-i vücûd anlayışına bağlı bir mutasavvıftır. Eserlerinde, şiirlerinde ve mektuplarında bu açıkça görülmektedir. Ancak onun vahdet-i vücûd anlayışını Yûnus Emre kadar derin bir şekilde işlediğini söylemek güçtür. Bununla birlikte tasavvufun engin ruhunu samimi bir ifadeyle nazmetmiştir. İlâhilerinden bir kısmı bizzat kendisi, bir kısmı da muhip ve müntesipleri tarafından bestelenerek yüzyıllar boyu tekkelerde okunmuş, zikir meclislerinin ve âyinlerin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Kurucusu bulunduğu Celvetiyye tarikatı Selâmiyye, Hakkıyye, Fenâiyye, Hâşimiyye adlı dört kola ayrılmıştır. Tekkelerin kapatılmasına yakın yıllarda, İstanbul’da bu kollara bağlı otuz kadar tekke bulunmaktaydı.
Aziz Mahmud Hüdai’ye ait olan şiiriyle bu yazımıza da son verelim.
Ehl-i dünyâ dünyâda
Ehl-i ukbâ ukbâda
Her biri bir sevdâda
Bana Allahım gerek
Fânî devlet gerekmez
Dürlü ziynet gerekmez
Haksız cennet gerekmez
Bana Allahım gerek
Mecnûn ister Leylâyı
Vâmık özler Azrâyı
Nidem gayrı sevdâyı
Bana Allahım gerek (Aziz Mahmud Efendi, 1287).