Son zamanlarda Türkiye, kadın cinayetleri, hayvanlara yönelik şiddet ve çocuk istismarlarıyla sarsılmaya devam ediyor.
Narin’in ölümü, Şeyda Yılmaz’ın şehit olması, Rojin’in kaybolması, surlarda katledilen İkbal ve Ayşenur gibi olaylar, toplumun her kesiminde derin yaralar açtı.
Bu acı haberler karşısında hissettiğim çaresizlik ve öfke, kelimelere dökme isteğimin önüne geçiyor. Ne söyleyeceğim, ne gibi bir çözüm önerisi getirebilirim bilemiyorum.
İçimde bir karamsarlık var; “Toplumumuz ne hale geldi?” sorusu sürekli aklımda dönüyor.
Bir yanda Müslüman kimliğiyle zulme uğrayan Gazze halkı, diğer yanda aynı inançla bu hallere düşen bizler. İki dünyanın kesişiminde bir çelişki var; evrensel insani değerlerin, adaletin ve merhametin yok olduğu bir evrende, birbirimize nasıl davrandığımız üzerine düşünmek zorundayız.
Tüm olanları masaya yatırmış, bu yazımda hangi konuyu ele alsam diye düşünürken Şehit Komando Er Murat Akman’ın mektubu geldi aklıma. Mektubunda,
“Bu yazı bir komanda er mektubudur ve siz bu mektubu gazeteden okuyorsanız ölmüşüm demektir. Bir ailem olsaydı bu mektubu onlara yollamak isterdim ama yok. Size koğuştaki ranzamdan yazıyorum.
Şu an etrafımda Adana, Ağrı, Sivas, Edirne, Diyarbakır, Ankara, Antalya, İzmir, Urfa, Trabzon... Türkiye’nin dört bir yanından birbirini tanımayan ama birbirlerinin canını korumaya yemin etmiş bir sürü asker var. Birazdan operasyona gideceğiz. Tek dileğimiz kayıp vermeden geri gelmek.
İlerde ölürsem eğer diye bir mektup yazmak çok zor. Aklına getirmek istemez ya insan ölümü. Hani her zaman bir umut vardır ya. Askerliğim bittikten sonra yırtıp atacaktım bu mektubu. Ama şu an okuyorsanız yırtamadım demektir. Zaten pek de kalem tutmaz elim. Silah tutmayı daha iyi bilirim. Sizi korumam için siz öğrettiniz silah tutmayı.
Tuhaf olan siz bu mektubu okurken ben neden öldüğümü bile bilmiyor olacağım. Ya bir mayına bastım ya da yediğim bir kaç kurşun. Bileniniz var mı ben nasıl öldüm ?
Kışlada her televizyona bakışımda birbirinizi öldürdüğünüzü, birbirinizin canını yaktığınızı gördüm. Müziğin sesini çok açtı diye komşusunu vuranlar, gücü kadına yetenler, cebindeki on lirası için adam vuranlar, kız arkadaşına baktı diye alayını bıçaklayanlar...
Bileniniz var mı ben kimi korumak için öldüm?
Eti az pişti diye garsona çıkışan adam;
sen rahat uyu diye kurşunlar başımın üstünden geçerken ben dağda her bulduğumu kesip yedim.
Arabasını solladılar diye levyesini kapıp arabadan inen adam, beni bir çöp bidonuna atıp giden anam;
söylesene ben kimin için öldüm?
Yetimhanede ve askerde en güzel şeyin ekmeğin bölmek olduğunu öğrendik biz. Peki size neyi bölmeyi öğrettiler?
Sizi önce Allah’a sonra birbirinize emanet ediyorum. Ben sizden razı oldum Allah’ta sizden razı olsun” diyordu.
Bu satırlar, kaybolmuş değerlerimizi yüzümüze çarpar gibi değil mi?
Sahi bize neyi bölmeyi öğrettiler? Yıllarca, toplum olarak bize öğretilen, birlikte dayanışma ve yardımlaşmanın önemi olmalıydı. Ama şimdi, ötekileştirmenin ve düşmanlığın kurbanı olduk.
Şiddet de bu karmaşanın bir sonucu. Haksızlık ve adaletsizlik, derin yaralar açmaya devam ediyor.
Peki biz kimleri koruyoruz? Kendi değerlerimizi mi, yoksa kaybettiğimiz insanlık hallerimizi mi? Kendimize dönmeliyiz. Ve “aklına getirmek istemez ya insan ölümü” diyor ya şehidimiz, ölümü sıkça aklımıza getirmeliyiz.
Şiddetin sona ermesi için umut beslemeliyiz. Unutulmamalıdır ki, her karanlığın sonunda bir aydınlık vardır. Bu aydınlığı yeniden inşa etmek, bizlerin elinde.
Korkularımızdan sıyrılıp, insanlığa dair güzel bir gelecek için birlikte mücadele edebilmeliyiz.
Şiddet, her türlü insani duygunun önüne geçtiği sürece, bu kısır döngüyü kırmak zorlaşacaktır.
Bu nedenle, umutla yola çıkmalı ve her bir birey, bu yolda bir adım atmalıdır. Kısacası, toplumsal bir değişim için kendi içimizdeki yaraları sararak, birbirimize el uzatmalıyız. Kendimize dönmeli, umutlu olmalı ve ölümü çokça hatırlamalıyız. Görüşmek üzere…