
Sancakdarırasül
Mustafa Özyurt
Hz. Ebu Eyyûb-i Ensari hazretlerinin Ensar-ı kiram, Eshâb-ı kirâm, Mihmandâr-ı Nebevî ve Hz. Muhammed (s.a.v.) ve yakın arkadaşlarına ev sahipliği gibi üstünlüklerinin yanında daha pek çok hâlleri vardır. Bedir, Uhud, Hudeybiye ve diğer bütün harplerde Resûlullahın yanında bulundu ve hayır dualarına kavuştu. Birçok muharebelerde sancaktarlık hizmeti ile şereflendi. Bu sebeple kendisine (Sancaktarı Resûlullah) unvanı verildi.
Resûlullah (s.a.v.) efendimiz, Eshâbı kirâm arasında âhiret kardeşliği sözleşmesi yaptırırlarken, Hâlid bin Zeyd ile Mus’ab bin Umeyr hazretleri arasında da âhiret kardeşliği akdi yaptırmıştır. Hâlid bin Zeyd hazretleri Cemel ve Sıffîn vakalarında, Hz. Ali’nin yanında bulundu. Kumandanları arasında yer aldı. Hz. Ali şehîd oluncaya kadar hep yanında bulundu. Suriye, Filistin muharebelerinde Mısır ve Kıbrıs’ın fethinde de bulundu. Gayet şecaatli ve pek kahramandı. Bir muharebede bir özründen dolayı bulunamadığı için hep üzülürdü.
Hurmalarını çalan cinniyi gece yakalayıp:
“Bu zamana kadar çaldıklarını sana helâl ederim. Ancak bir şartım var. O da sizin zararınızdan kurtulmanın çaresini söylemendir.” buyurunca cin;
“Haşr suresinin sonunu okumaktır” cevabını vermiştir. (Hüvallahüllez ilh. Son üç ayet)
Çok cömert idi. Evi herkese açıktı. Eline geçeni Allah yolunda verirdi. Köleleri ve cariyeleri azâd eder, onlara ihsanda bulunurdu. Sünnet-i seniyyeye çok bağlı, Dünyayı sevmez, dünyalıktan hoşlanmazdı. Resûlullah’ın (s.a.v.) vefatından sonra sık sık Ravda-i mutahhara’ya gidip, ağlardı.
Bir defa imam olup, yanındakilere namaz kıldırdıktan sonra, arkadaşlarına: “Şeytan kalbime vesvese etti ve bana, bu insanların arasında imamlığa müstehak senden başka bir ferd yoktur. Sen şimdi insanların hepsinden efdalsın, bu açık bir hâldir dedi ve bundan sonra mecbur olmadıkça imamlık yapmayacağıma kalbimi ucub ve riyadan koruyacağıma söz verdim” buyurdu.
Ebu Eyyûb-i Ensârî aynı zamanda ilim ve takvada da çok ileri idi. Vahiy kâtipliğinde bulunmuştur. Hemen birçok Sahabe kendisinden ilim ve hikmet dersleri almış, Kur’ân-ı kerimin ve hadîs-i şeriflerin doğru anlaşılmasında kendisine müracaatta bulunmuştur. Kurra-i Kirâm’dan yani, Kur’ân-ı kerîmi ezbere bilenlerin meşhurlarından olup, Tabi’inin kıraat âlimi, her gittiği yerde “Mihmandârı Nebevî” olarak büyük alâka ve hürmet görmüştür.
Hz. Ali’nin, hilâfeti zamanında Basra valisi Abdullah bin Abbas’ın (r.a.) yanına gitmişti, İbni Abbas kendisini görünce ona pek çok hürmet etmiş ve konağını ailesine tahsis etmiştir. Basra’dan ayrılırken de, konağın bütün kıymetli eşyaları hediye edildi. Yirmi bin veya kırk bin dirhem gümüş, yirmi ve kırk köle ihsan ve takdim edilmişse de, o köleleri âzâd etti ve paraları da onlara dağıttı. Hz. Muaviye zamanında Mısır’ı da ziyaret eden Ebû Eyyûb-i Ensârî burada da büyük hürmet ve alâka ile karşılanmıştır. Mısır Valisi Ukbe bin Âmir ile aralarında şöyle bir hâdise geçti.
Vali bir gün akşam namazına gecikti. Cemâat bir hayli bekledi. Nihayet cemaate gelip imam oldu. Namazı geç de olsa kıldırdı. Cemaat arasında Ebu Eyyûb-i Ensârî de vardı. Namazdan sonra Ebû Eyyûb-i Ensârî Valiye “Ey Ukbe, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) akşam namazını geciktirenler hakkında şu sözünü duymadın mı?
“Ümmetim, akşam namazını yıldızların gökyüzünü kaplamasına kadar tehir etmedikçe hayır üzeredir yahut fıtrat üzeredir.”
Hz. Ukbe, “Evet” diye cevap verince, “O halde akşam namazını niçin bu kadar geciktirdiniz?” diye sordu. Ukbe (r.a.) meşguliyeti sebebiyle bu gecikmenin vaki olduğunu ifade edince, Ebu Eyyûb-i Ensârî;
“Yemin ederim ki, senin bu yaptığını görerek halkın Resûlullah da böyle yapardı, zehabına düşmesinden endişe ederim” dedi ve valiyi ikaz etti.
Onun Mısır seyahatinin asıl sebebi bir hadîs-i şerîfi, validen tahkik etmekti. Resûl-i Ekrem’den (s.a.v.) rivayet edilen hadisi bizzat Peygamberden (s.a.v.) duyan Hz. Ukbe’den başkası hayatta kalmamıştı. Ebu Eyyûb-i Ensârî, durumu Ukbe’ye bildirip, kendisini dinlemek istediğini söyledi. Ukbe mezkûr hadis-i şerifi şu şekilde anlattı:
Resulü Ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Her kim bu dünyada bir mü’minin kusurunu örterse, Cenabı Hak da kıyamet gününde onun kusurunu örter.” Hz. Ebu Eyyûb böylece bir hadisi tahkik etmenin gönül huzuru ile Medine’ye dönmüştür. Onun için, Allah yolunda cihâd için cepheye gitmek ne ise, bir hadîs için de uzun yolları katletmek aynı derecede mukaddes bir vazifeydi.
Hz. Ebu Eyyûb, dört halife devrini de idrak ederek nihayet Hz. Muaviye’nin İstanbul fethi için teşkil ettiği orduya da yetişmiştir. Resûlullahın (s.a.v.) İstanbul fethi için verdiği müjdeyi kalbinin derinliğinde bir sır gibi saklıyordu. Yaşı ilerlemesine rağmen( 90 nın üzerinde) bu müjdeye kavuşma şerefi ve heyecanıyla dolu idi. Hicretin ellinci (m. 670) senesinde Mısır’a gelerek bizzat katıldığı bu ordu ile İstanbul önlerine kadar gelen Hz. Ebu Eyyûb-i Ensârî, çarpışmalar sırasında hastalandı ve yatağa düştü. Hasta yatağından harbin seyrini takip ediyor ve bir an önce iyileşip, savaşmayı arzuluyordu. Ordu kumandanı Yezîd bin Muaviye kendisini bizzat gelip ziyâret etti. İyi olması temennisinde bulundu.
Yezîd’in ziyâretinden memnun olan Ebû Eyyûb-i Ensârî ecelinin yaklaştığını hissederek, Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîfini rivâyet ederek “Kostantiniyye’de kalenin yanında bir recul-i sâlih defn olunacaktır” vasiyette bulundu: “Şayet burada vefat edersem, cenazemi hemen defn etmeyin. Ordunun gidebileceği yerin en ileri noktasına kadar götürün ve beni oraya defn edin.
Mihmandâr-ı Nebevî, demek ki, manevî olarak defin edileceği yeri görmüş ve müslümanların hayâli olan İstanbul fethine bir adım daha yakınlaşmak istemişti. Gerçekten bir müddet sonra Hz. Ebu Eyyûb-i Ensârî ruhunu Rahman’a teslim eyledi. Vasiyeti üzerine askerler naşını elleri üzerinde ordunun vardığı en uç noktaya taşıdılar. Tekbir ve dualarla defin ettiler.