
Mîrâc
Mustafa Özyurt
Efendimizin fazıletine bakın! Ümmetliğin hakkını veriniz Ey mü’minler…
Cemâatle namaz için Âdem, Nuh, İbrâhim peygamberlere, imâm olmalarını sıra ile söyledi. Hiçbiri kabul etmedi. Özür dilediler. Kusurlu olduklarını söylediler. Cebrâil aleyhisselâm Habîbullah’ı ileri sürdü. Sen varken, başkası imâm olamaz, dedi. Namazdan sonra, mescitten çıkıp bilinmeyen bir mîrâc ile, bir anda, yedi kat gökleri geçtiler. Her gökte bir büyük peygamberi gördü. Cebrâil aleyhisselâm Sidre’de kaldı ve kıl kadar ilerlersem, yanar, yok olurum, dedi.
Resûlullah sallallâhü aleyhi ve sellem Cennet’i, Cehennem’i, sayısız şeyleri görüp, Refref adındaki bir Cennet yaygısı üstünde Kürsi, Arş ve Ruh âlemlerini geçip, bilinmeyen, anlaşılmayan, anlatılamıyan şekilde, Allahü teâlânın dilediği yüksekliklere ulaştı. Mekânsız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Rabbiyle konuştu. Hiçbir mahlûkun bilemeyeceği, anlayamayacağı nîmetlere kavuşup, bir anda, Kudüs’e ve oradan Mekke-i mükerremeye, Ümm-i Hânî’nin evine geldi. Yattığı yer henüz soğumamış, leğendeki abdest suyunun hareketi durmamıştı. Dışarda dolaşan Ümm-i Hânî uyuklamış, bir şeyden haberi olmamıştı. Kudüs’ten Mekke’ye gelirken Kureyş’in kervanına rastladı. Kervandaki bir deve ürktü, yıkıldı.
Sabah olunca, Kâbe yanına gidip mîrâcını anlattı. İşiten kâfirler alay etti. Muhammed aklını kaçırmış, iyice sapıtmış, dediler. Müslüman olmağa niyetli olanlar da vazgeçti. Birkaçı sevinerek Ebû Bekir’in (radıyallahü anh) evine geldi. Çünkü, bunun akıllı, tecrübeli, hesaplı bir tüccar olduğunu biliyorlardı. Kapıya çıkınca hemen sordular:
“Ey Ebû Bekr! Sen çok kerre Kudüs’e gittin, geldin. İyi bilirsin, Mekke’den Kudüs’e gidip gelmek, ne kadar zaman sürer?” dediler:
Hazret-i Ebû Bekr; “İyi biliyorum. Bir aydan fazla.” dedi.
Kafirler bu söze sevindi. Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur, dediler. Gülerek, alay ederek ve Ebû Bekr’in de kendi fikirlerinde olduğuna sevinerek:
“Senin efendin, Kudüs’e bir gecede gidip geldiğini söylüyor, artık iyice sapıttı” diyerek, Ebû Bekir’e sevgi, saygı ve güvence gösterdiler.
Hazret-i Ebû Bekr, Resûlullah’ın mübârek adını işitince; “Eğer O, söylediyse inandım. Bir anda gidip gelmiştir” deyip içeri girdi. Kâfirler, neye uğradıklarını anlayamadı. Önlerine bakıp gidiyor ve; “Vay canına, Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebû Bekr’e sihir yapmış.” diyorlardı.
Hazret-i Ebû Bekr hemen giyinip, Resûlullah’ın yanına geldi. Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle; “Yâ Resûlallah! Mîrâcınız mübarek olsun! Allahü teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere, hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlayan yüzünü görmekle, kalpleri alan, ruhları çeken tatlı sözlerini işitmekle nîmetlendirdi. Yâ Resûlallah! Senin her sözün doğrudur. İnandım. Canım sana fedâ olsun!” dedi. Ebû Bekr’in sözleri kâfirleri şaşırttı. Diyecek şey bulamayıp dağıldılar. Şüpheye düşen, îmânı zayıf birkaç kişinin de kalbine kuvvet verdi. Resûlullah o gün Ebû Bekr’e “Sıddîk” dedi. Bu adı almakla, bir kat daha yükseldi.
Kâfirler bu hâle çok kızdı. Müminlerin kuvvetli îmânına, Peygamberin her sözüne hemen inanmalarına, O’nun çevresinde pervâne gibi toplanmalarına dayanamadılar. Resûlullah’ı mahcup ve mağlûp etmek için, imtihan etmeye yeltendiler:
“Yâ Muhammed Kudüs’e gittim, diyorsun. Söyle bakalım. Mescidin kaç kapısı, kaç penceresi var?” gibi şeyler sordular. Hepsine cevap verirken, Hazret-i Ebû Bekr, öyledir yâ Resûlallah, derdi. Halbuki, Resûlullah edebinden, hayâsından karşısındakinin yüzüne bile bakmazdı. Buyurdu ki: “Mescid-i Aksâ’da etrafıma bakmamıştım. Sorduklarını görmemiştim. O anda Cebrâil (aleyhisselâm), Mescid-i Aksâ’yı gözümün önüne getirdi, (televizyon gibi) görüyor, sayıyordum.
Sorularına, hemen cevap veriyordum.” Yolda, develi yolcular gördüğünü söyledi; “İnşaallah Çarşamba günü gelirler.” buyurdu. Çarşamba günü güneş batarken, kervan Mekke’ye geldi. Fırtına eser gibi olduğunu, bir devenin yıkıldığını söylediler. Bu hâl müminlerin îmânını kuvvetlendirdi. Kâfirlerin düşmanlığını artırdı. (Devam edecek)