
CEBELİNURDAHİRAMAĞARASI
Mustafa Özyurt
Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem’in Hirâ’da Rabbiyle baş başa kaldığı inzivâ dönemi, tohumun toprak altındaki mâcerâsına benzer. Burası, keyfiyeti insanlığa ebediyyen meçhul kalacak olan bir tekevvünün (var oluşun) mekânıdır. Îmânın tohumları burada atılmış, ebedî saâdet meş’alesi burada tutuşturulmuş ve hidâyet rehberi olan Kur’ân-ı Kerîm’in beşeriyete armağan edilmesine yine burada başlanmıştır.
Hazreti Peygamber s. a.v.i Hirâ’ya sevk eden âmiller, zâhirde halkın içine düştüğü sapıklık, zulüm ve sefâletten gönlüne akseden ıztırap ve bütün âleme şâmil merhamet idi. Hakîkatte ise, insanlığa ebedî bir saâdet rehberi olan Kur’ân-ı Kerîm’in, nezdi ilâhîden kalbi pâk-i Muhammedî vâsıtasıyla beşer idrâkine intikâlini sağlayacak bir hazırlık safhası idi. Bu keyfiyet, âdeta yüksek voltajda bir cereyânın topraklanmasına benzer bir mânevî şerâre sahnesi idi ki, Allâh ile O’nun Habîbi arasında mahrem bir sır olması, onun gözlerden uzak bir mağarada tecellîsini îcâb ettirmişti. Hirâ dönemi, vahye muhâtab olmanın, sıradan insanlar için tahammülü imkânsız olan ağır yükünü taşımak husûsundaki fıtrî istîdâdın zâhire çıkma mevsimi idi. Tıpkı ham demirin derûnundaki istîdâd ile çelikleşmesi gibi.
Bu sırrı lâyıkıyla istiâb edebilme gayreti peşinde çerçevesi dağılıp parçalanmayacak bir idrâk ve yine onu kâmilen ifâde edebilecek bir beşerî lâfız tasavvur olunamaz.
Rasûlullâh a.s.v.ın Hirâ’daki uzlet ve inzivâsından ve daha sonraki dönemlerde de muntazam olarak îfâ ettiği îtikâflarından anlıyoruz ki, bir müslüman ne kadar ibâdet ederse etsin, zaman zaman nefis muhâsebesi yapıp, kâinattaki ilâhî kudret akışlarını tefekkür etmeden tam mânâsıyla kemâle eremez. Bu, her mü’minin yapması îcâb eden asgarî bir vazîfedir. İnsanlara rehber olacak kimseler ise bu tefekkür, tahassüs ve muhâsebeye daha çok muhtaçtırlar.
Kur’ân-ı Kerîm, ilk âyetinden son âyetine kadar insanoğluna tefekkür tâlîmi yaptırarak düşüncenin merkezine Rabbe kulluğu yerleştirmeyi telkîn eder. Bu sûretle îman bir lezzet hâline gelir. Kul her zaman ve mekânda Hakk’ın rızâsını arama gayreti içinde olur. Neticede de ilâhî azamet ve kudret akışlarının kalbdeki hikmet tezâhürleri ile kul Hakk’a yakınlaşarak vuslata nâil olur. Mü’min için en mühim hususlardan biri de muhabbetullâhtır. Allâh sevgisini kazanabilmenin, îmandan sonra yegâne âmili, Allâh’ın lutuf ve ihsanlarını devamlı olarak düşünmek, O’nun azameti ve kudreti üzerinde tefekkür etmek, sonra da kalb ve dil ile O’nu bol bol zikretmektir. Bunlar ise tam mânâsıyla, dünyâ meşgale ve âlâyişinden kalbi muhâfaza edip, halvet ve tefekkürle mümkün olur.
Burada şunu da ifâde etmek lâzımdır ki, halvetten maksat, insanlardan uzaklaşmak, cemiyetten kaçarak dağları ve mağaraları vatan edinmek değildir. Bu şekilde hareket etmek, Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem ve ashâbının tatbîkâtına ters düşer.
Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem:“İnsanların arasına karışıp onların ezâlarına katlanan müslüman, onlardan uzak durup ezâlarına katlanmayandan daha hayırlıdır.” buyurmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 55)
Rasûlullâh s.a.v.in bizzat koyun gütmesi, Ficâr Harbi ve Hılfu’l-Fudûl’e iştirâk etmesi, ticârî hayâtı ve Kâbe’nin yeniden inşâsında fiilen çalışması gibi pek çok faâliyeti, O’nun nübüvvetten önce de dâimâ hayâtın içinde olduğunu ortaya koymaktadır. O, cemiyetinin bütün fazîletlerine iştirâk etmiş, kötülüklerinden ise uzak durmuş, hiçbir zaman onlara yaklaşmamıştır.
Halvet ve tefekkürden maksat, hâlini ıslâh etmektir. Şifâ bulmak için alınan ilâç, vaktinde ve kâfî miktarda olmalıdır. Haddinden fazla alındığı takdirde fayda yerine zarar vereceği muhakkaktır.(Devamı edecek)