Mustafa Özyurt

Alparslan ve baba şefkati

Mustafa Özyurt

Önceki yazımızda Selçuklu sultanı Alparslan’dan bahsediyorduk. Onun bize kazandığı, bıraktığı, emanet ettiği bu topraklarda, hür ve huzurlu yaşamak için, ondaki vatan, kitap, din ve peygamber aşk ve şevkinden bu necip milletin evlatlarına da vermesi için dualarımızı eksik etmeyelim. Zira onların az bir güç ile çok büyük güçleri eritmelerinin altında herhalde manevi bir güç aramalı. Şimdi biz, kaldığımız yerden devam edip ondan ifade ve istifadeye edelim;

    Alparslan, kahraman askerlerini bir baba şefkati ile süzdükten sonra;” Kâfirlerin sayısı çok, silahları fazla! Sayımız az, fakat Allahü Teâlâ bizimle! Bütün Müslümanların, camilerde bizim için dua ettiği bu saatte, kendimi düşman üzerine atmak istiyorum ya muzaffer oluruz veya şehit olarak cennete gideriz. Bu gün burada sultan yoktur, ben de sizden biriyim. İsteyen dönüp gidebilir, haklarımızı onlara helal ettik!” derken, iyice bilenmiş olan gaziler hep birlikte;” Hâşâ... Ölmek var dönmek yok Sultanım!” dediler. Sultan Alparslan, son sözünü söylemek üzere sağ elindeki kılıcını havaya kaldırıp;” Cenabı Hak gazanızı mübarek eylesin!” dediği an, koca ova, mücahitlerin “Amin! Âmin “ sesleriyle çınladı.

   Sultan Alparslan, “Ya Allah! Bismillah! Allahü ekber!” diyerek kılıcını ileri uzattı. Hücum emrini alan yiğit askerler, yaydan boşalmış ok gibi ileri fırladılar. “Allah Allah!” nidaları semada yankılanırken, iki yüz bin kişilik koca Rum ordusuna doğru uçtular. Sultanlarının; “Koman gazilerim! Vurun yiğitlerim! Vurun Allah aşkına!” sözlerini duyunca, kendilerinden geçtiler. İki ordu arasında mücadele başladı uğultular çoğaldı. Ama mücahitlerin “Allah Allah” sesleri yerle gök arasına yayılıyordu. Sultanlarının “Vurun bahadırlarım!” hitabıyla daha da heyecanları artıyordu. Savaş alanı, bir anda düşen kafalar, yere düşen yatan gövdelerle doluyordu. Düşmanın süvari kuvvetleri tükendiğini ve topyekün askerini hücuma kaldırdığını fark eden Sultan Alparslan, bu anı bekliyordu, işaretini verdi, tiz boru sesi ortalığı çınlattı. Talimle yağız atlar şahlandı. İslam askerleri plan gereği, hızla karargâha doğru çekildi. Bunu gören Bizans ordusu, “Türkler kaçıyor” zannına kapılarak hep birden ileri atıldılar. Eşi görülmedik Müslüman Türk süvarileri, atları üstün de geriye dönüp yaylarını geriyor, peşlerinden gelen düşmana ellerinden geldiğince zayiat verdirmeye çalışıyorlardı. Komutan Trankoğlu’nun “Ok saal” emriyle binlerce ok düşman üstüne uçtu ve hedefini buldu. Düşman Türk kılıçlarından kurtulmak için kaçacak yer arıyorlardı. Akşama doğru Malazgirt Meydanı, Bizans askerlerinin cesetleriyle doldu. İmparator, kendi komutanlarına dahi söz geçiremiyordu. İmparatorun, hazineleri tarafına doğru kaçmaya çalışırcasına uzaklaşması Bizans askerlerinin daha da moralini bozmuştu.

    Sultan Alparslan ise kesin neticeyi alabilmek için, yiğitlere parmak ısırtacak hareketlerle, muharebenin en kanlı yerinde kılıç dövüşüyor. Bunu gören askerlerimiz, bahadırlarımız arslan kesiliyorlardı. Bu sırada yiğitlerden biri sultana yaklaşarak, atının dizginini tuttu ve “Sultanım mübarek vücudunuzu tehlikeye atıp, bizi öksüz bırakmayın. Garip kalacak Müslümanlara acıyınız” diyerek yalvardı. Bu yiğit, muharebenin başından beri canını esirgemeden, sultanın etrafında, onu korumak için gözünü budaktan sakınmayan Ay Tegin idi... Atını şahlandıran muzaffer sultan ona; “Ey Ay Tegin! Müslümanların rahatlığı benim rahatsızlığımdandır” dedi ve askerlerine dönerek; “Vurun Hûda aşkına!” diyerek haykırdı. Müslüman Türk askerleri, yeni bir gayretle Bizanslıların ortalarına daldı. Akşama kadar süren savaş, Müslüman türkün galibiyeti ile bitmiş, Malazgirt Bizanslılara mezar olmuştu. Sultan Alparslan ise, bundan dolayı şükür secdesine kapandı, sevinç gözyaşları dökerek cenab-ı Hakka hamd etti. İmparatorun hazinelerini Sultanın huzuruna getirdiler. Fakat o, bunları görmüyor askerlerini düşünüyordu. Âlimler ve komutanlarıyla harp meydanını dolaştı. Şehitler için Fatihalar okunup, defin işleri yapıldı. Bizans İmparatorunun esir edildiği de kendisine bildirildi. Ertesi gün muzaffer Sultan, Romen Diyojen’i çadırında, ayakta, bir misafir gibi karşıladı. İmparator, utancından başını kaldıramıyordu. Sultan, onu yanına oturtarak! “ Ey İmparator! Sana elçi gönderdim, barış teklif ettim. Kabul etmedin ve çok para harcadım, büyük ordu toplayarak buraya kadar geldim. Nihayet aradığımı yakaladım. Ülkeme yapılanları, İslam ülkelerine yapmadıkça geri dönmem” diyerek gururlandın. Bu serkeşliğinin neticesini nasıl buldun?” diye sordu. İmparator; “ Ülkeni almak için türlü kavimlerden ordu topladım. Şimdi ise memleketim elinde, kendim önündeyim. İstediğini yapabilirsin!” dedi. Sultan;” Zaferi sen kazansaydın bana ne yapardın?” diye sorunca;” Sen böyle, benim veya adamlarımın lütfuna terk edilmiş olsaydın, ya başını kesmelerini veya darağacında asmalarını emrederdim” cevabını verdi.

     Sultan; ”Hakikaten doğru söyledin, şayet bunun aksini söyleseydin, o zaman yalan söylediğin anlaşılırdı. Şimdi sana ne yapmamı umuyorsun?” diye tekrar sordu. O; “ Ya beni öldürürsün! Ya ülkelerinde beni dolaştırır teşhir ettirirsin! Veya... Fakat bunu düşünmek bile hayaldir. Çünkü mümkün görmüyorum!” dedi. Sultan; “ O mümkün görmediğin nedir? Diye sorunca da; “ Affedilmek ve ülkeme iade edilmem!” dedi. Sultan; “ Seni affetmekten başka bir şey düşünmedim” buyurduğunda, İmparator buna bir türlü inanamadı.;  Sevinçle; “ başlarına geçtiğimden beri Bizans’ın hazinelerini, asker toplamak ve savaş hazırlığı yapmak üzere harcayıp bitirdim. Lâkin hayatımı bağışlamak karşılığında, Bizans ülkesine sahip olman hakkındır” diyerek, bir Bizanslıya yakışacak şekilde ülkesini hayatına feda etti. Nihayet iki hükümdar arasında konuşma bir antlaşma ile son buldu. Bu antlaşmanın bazı maddeleri şöyledir:

Bizans İmparatoru, kurtuluş akçesi olarak bir buçuk milyon altın verecek. Bizans İmparatorluğu her sene Selçuklu Devletine üç yüz altmış bin altın vergi ödeyecek. İhtiyaç halinde, Selçuklu Devletine on bin süvari ile askerî yardımda bulunacak. Bu maddelerin kabul edilmesi ile Bizans İmparatorluğu Türklerin emrinde bir devlet oluyor ve yüz yıllardan beri Anadolu’daki hâkimiyetlerini kaybediyorlardı. Böylece Anadolu’nun kapıları asıl sahiplerine açılmış oluyordu. Malazgirt zaferi Türkler için bir dönüm noktası oluyordu. Bu galibiyetten sonra Anadolu’nun her beldesi fethedilerek Müslümanlar yerleşmeye başladı. Malazgirt zaferi, Sultan Alparslan’ın Türk milletine en büyük armağanı oluyor ve tarihe altın harflerle yazılıyordu.

    Sultan Alparslan, halifenin merakta kalmaması için İslam hükümdarlarının adetlerine uyarak, bir fetihname yazdırıp Bağdat’a gönderdi. Zafer, Bağdat da büyük şenlikler yapılarak,

 Müslümanlara duyuruldu. Halife, mücahit Sultan’a bir mektup yazarak, kazandığı bu eşsiz zaferi tebrik etti. Ona; “ Dünya hükümdarlarının Efendisi, Müslümanların yardımcısı, dinin parlak tacı, İslam ülkelerinin Sultanı.” gibi övgü dolu sıfatlar verdi.

    İki yüz kişilik bir askeri kıtamız, İmparatoru Sivas’a kadar eşlik ederek götürdü. Oradan geri döndü. Fakat Bizans sarayı ve halkı, Pirens Dukas’ı İmparator ilan etmişlerdi. Aralarında taht mücadelesinde mağlup düşen Romen Diyojen, gözleri oyularak öldürülmüştür. (Devam edecek)  

Yazarın Diğer Yazıları