Tutma ve hizmetkâr
Mükremin Kızılca
1845 yılından sonra bu topraklarda savaşlar hiç ara vermeden devam etti. Önceleri de bundan hırlı değildi aslında.
İnsanoğlu hep birbirini öldürerek ayakta durmayı başaracakmış gibi davranıyordu hayatı boyunca.
Fatih Sultan Mehmet Yeniçağı açıvermekle uyandırmıştı batıyı. Yavuz ve Kanuniden sonra hazır birikimleri tüketmeye başladık ve 1845’e geldiğimizde artık çıkılması imkânsız bir kuyuya düşmek üzereydik.
O kuyu Osmanlı Devletinin mezarıydı.
Bize dediler ki devlet idaresi şöyle olmalıdır, mahkeme böyle olmalıdır, vergi sistemi değişmelidir ve daha neler, neler. Bunları dünyaya öğreten biz değil miydik? Ne oldu bize?
Hakikaten biz Lale Devriyle yattığımız uykudan hala uyanamıyorduk. Peki, batıya ve Avrupa’ya ne oluyor da bize akıl veriyorlardı ki?
Onların derdi beraber yaşadığımız azınlıklardı ki onlar kendilerinin dindaşı ve soydaşıydı.
1845 yılında henüz altı yaşındaki Tanzimat Hükümetine ülke genelinde bir mal ve hane sayımı yaptırmakla vergi sistemini modern hale getirmeyi amaçladılar.
1855 yılında girdiğimiz savaşlarda Avrupa’ya nakden fena borçlanmıştık, bu borcu kapatmak 1955 yılına kadar tam yüz yıl sürdü. Bu arada Avrupa maliyemizi bile kontrol ederek parasını tahsilin peşindeydi. Osmanlı devletinin borcunu imparatorluğun diğer üyelerine de dağıtarak tahsil ettiler.
1876 yılında başa geçen 2. Abdülhamid Rus savaşının içinde buldu kendini ve 33 yıl bu savaşın açığını kapatmaya uğraştı. Avrupa gibi okumak, onlar gibi devlet yönetmek, onlar gibi okullaşmak ve onlar gibi sanayileşmek için büyük çaba harcadı.
Türkiye’den batı başkentlerine tahsile giden çakıl nohutlarımız geri döndüklerinde şekerli bir leblebi edasıyla hiçbir şeyi beğenmeyen bir adam oluveriyorlardı.
Osmanlı Devletinin düşüşüyle beraber dünya evrensel bir savaşa tutuştu. Osmanlıların da girdiği bu savaş 1919 yılında bittiğinde silahlarımızın toplanıp askerlerimizin terhis edildiği, ülkenin dört koldan işgalini öngören bir anlaşmaya zorladılar.
Her yer asker kaçağıyla dolmuştu. Dağların başı, inlerin içi, sığınılmaya elverişli ortamlar eşkıya ile dolmuştu. Mal, can, namus ve din güvenliği yoktu.
Bu arada kuyudan çıkamayan Osmanlının üzerine Türkiye Cumhuriyeti devleti inşa edildi.
Durumu düzeltmek için henüz besmele çekilmişken 1940 yılında ikinci bir savaşla dünya ülkeleri birbirine girdi. Ülkemizi savaşın dışında tutmayı başaran idarecilerimiz bunu sürdürebilmek için dini vergi diye kaldırdıkları öşrü bile geri getirdiler.
1845 yılındaki: ata, keçiye, yük eşeğine, beygire, sağmal ineğe, kısır keçiye, tutmalığa, Arıkovanı’na, iki evlek tarladan çıkan hasada ve her şeye getirilen vergi yüz yıl sonra 1945’te tekrarlanıyordu.
Türk Silahlı Kuvvetlerini bu savaş sırasında teyakkuz ve hazırlıklı halde tutmak için bu vergiler bizzat yerinden toplanıyordu. Harman zamanı jandarma ve zaptiye çavuşları henüz çuvallara girmeden alıyordu devletin hakkını.
Vatandaş ise kışlık unluk ve bulgurluğunu çıkarabilmek için çok daha fazla çalışmak zorundaydı. Bunu başaramayan fakirler unlarını biraz daha çoğaltmak için ahlat, mısır – darı kekiçlerini kurutup döverek buğdaya katıp öğüttürüyorlardı.
İşte bu hengâmede başlar Tutma, hizmetkâr ve Aydın hikâyeleri.