Mükremin Kızılca

Televizyonda İlk Günlerimiz

Mükremin Kızılca

Yıl 1965, halk arasında “yakında radyoda konuşanları görebileceğiz” sözleri dolaşıyordu. Bu sözler BBC’nin TV yayıncılığına geçtiği 1929’dan 36 yıl sonraydı. Türkiye’de de yeni yeni yayın çalışmalarının başladığı dönemdi bu yıllar.

Ülkemizde ilk televizyon yayınlarını İstanbul Teknik Üniversitesi başlattı. Bu sayede 31.01.1968 'de TRT Ankara Televizyonu deneme yayınlarına başladı. 1970’li yıllar ülkemizde televizyonun halka dönük yayınlarının başladığı tarihtir.

1973 İstanbul / Beyoğlu / Tarlabaşı

1973 yılının yaz aylarında Konya Topraklık Kur’an Kursunda tekâmül altı okuyoruz ve İstanbul’daki tekâmüller için sınavlar yapılıyor. Hüseyin Kaplan hoca efendinin yaptığı Arapça sınavlarını birincilikle kazanarak müşarünileyhin kendisinin de ders verdiği Emin Camii tekâmülüne yerleşiyoruz.

Burası Beyoğlu Tarlabaşı bulvarından Kasımpaşa’ya inen Aynalı Çeşme sokağındadır. Çevrede Ermeni, Rum ve Türkler iç içedir, bir de yabancı kökenli öğrenciler ağırlıktadır.

Pazar günleri cami, sinagog ve kiliselerin ibadete çağrı sesleri birbirine karışırdı. Yorgancılar, yoğurtçular, eskiciler naralarıyla o dar sokağı çınlatırlardı. Bizler buraların hala yabancısı gibi ürkek ve çekingendik ilk aylar. Sonra alıştık artık hatta taksim Kazancı yokuşunda oturan Kudret Şandra’ya ders vermeye giderdik haftada birkaç gün. O daha ziyade tılsım, rüya ve esrar bilgilerine meraklıydı, daha sonra yıllarca ve halen ulusal bir gazetede rüya yorumu vb. yazılar yazmaktadır.

Aynalı çeşme sokağındaki kurs ve dershane binası 5 katlıydı. En son katta yatakhanelerimiz vardı. Karşı binanın oturma odasıyla bizim ranzalar karşı karşıya idi. Komşular televizyon seyrediyorlardı. O zamanlarda Muhammed Ali Clay maçları vardı televizyonda ve Amerikan saati bizim gece yarısından sonra üçe dörde tekabül ederdi. Bizler yatmazdık ve Müslüman olmasıyla gurur duyduğumuz Muhammed Ali Clay’ın Joe Frazier ve George Foreman’ı nasıl nakavt ettiğini hararetle izlerdik.

İşte bu sihirli kutu denilen televizyon hayatımıza ilk böyle girmişti. Sonra ardı arkası kesilmeyen gelişmeler ve merak herkesi televizyon sahibi yaptı.

Başta Müslümanlar çekingen davrandılar. Alsak mı almasak mı dediler ve almaya karar verdiler. Ardından daha muhafazakâr tasavvufi kesimler aman almayın, diye kesin emir ve tavsiyelerde bulundular.

1978 yılında askerliğimi yaptıktan sonra Kulunun kırk kuyu köyündeki cami ve Kur’an kursunda 10 yıla yakın görev yaptım. Televizyonun her eve girmeye çalıştığı hatta almaya gücü yeten bütün evlere girdiği yıllardı.

Ben de televizyon almaya karar vermiştim. O zamanın en son modeli Grundig dokunmatik sistem almıştım, renksiz, tek kanal gösterebilen bir makineydi. Ancak izleyebilmek için oturduğum lojmanın çatısına bir anten yerleştirmek gerekiyordu, o zaman antenler geyik boynuzu gibi iki metre uzunluğunda, 70 santim eninde alüminyum çubukların montajından oluşuyordu. Kısa zamanda bütün köyün dam ve çatıları birer anten tarlasına dönüşmüştü.

Artık asıl adı Ömer olan Kunta Kinte’yi rahatlıkla kendi evimizde seyredebiliyor, Küçük Evin sempatik kızı Loura’yı çiçek tarlalarında koşarken, babasını da samimi bir Hristiyan olarak her Pazar aksatmadan kilise ayininde görebiliyorduk.

Benim anteni gördükleri takdirde “hoca da televizyon almış” diye kınayacaklarını bildiğimden anteni şemsiye çatının geriden görünmez bölgesine yerleştirdim. Ancak kısa zaman sonra herkesçe duyuldu ve kınama cezasına çarptırıldım.

Artık insanlar alışmış, bir zamanların “şeytan ve fitne kutusu” sonraları “iyiye kullanırsan iyi, kötüye kullanırsan kötü” olarak masumiyete bürünmeye başlamıştı.

Ya şimdi? Şimdi tüm gençlerin avucunda hem internet, hem televizyon akşama kadar dünya denen küçük karye ile iletişimdeler. Tüm Müslümanların evinde de smart tv’ler bir, bir buçuk metre çapında ekranlarıyla başköşeleri tutmuş durumda.

Evet, o, iyiye kullanırsan iyi, kötüye kullanırsan kötü bir alet olmaya devam ediyor, ilk günden beri…

Yazarın Diğer Yazıları