Mükremin Kızılca

Nezire ile Hasan

Mükremin Kızılca

Ülker ve terazinin kuşluk vakti

Yatağın içinde ne kadar dönüp ağsa da bir türlü uyuyamadı.

Her ne kadar güneşin gece saat ikisi idi ise de ayın tam öğlen vaktiydi. 

Ülker'i ve teraziyi geçip ortalara gelen Ay dede bütün haşmetiyle nurunu yeryüzüne salmıştı. 

Odanın tek kanatlı penceresinden süzülen Işık huzmeleri karşı duvara vuruyor: dışarıda, arasından geçtiği ağacın her türlü hareketini oraya yansıtıyordu. 

Ortalık sessiz mi sessiz, tenha mı tenha idi. 

Ana baba ve çocuklar aynı odada yatıyorlardı, diğerleri hepsi mışıl mışıl bir uyku çekerken o hâlâ uykusuzdu.

Uyanık kalmak zorundaydı, anlaşılan saatte buluşmaları için bugünkü gibi çeşitli alarm yöntemleri yoktu çünkü. 

Altı kardeştiler. 

Üçü Hasan’dan büyük, ikisi ise küçüktü. 

Her gece olduğu gibi ocağın başında toplanıp konu komşuyla uzun sohbetlerden sonra aynı odanın bir köşesine serilen bir minderin üzerine kıvrılır yatarlardı. 

Anneleri de “vah kuzularım uyuyakalmışlar” diyerek üzerlerine bir yorgan örterdi. 

Hasan ve iki kardeşi her gece tek yatağı bölüşürlerdi. 

Bu durum sadece onlara has bir durum da değildi konu komşu herkes bu şekildeydi, oturdukları odaya yatarlardı. 

3+1'ler, 4+1'ler, köşkler, villalar, genç odaları, çocuk odaları keşfedilmemişti.

Onun yanındaki yatak ortağı en küçük kardeşleriydi. 

Henüz Mart ayının sonları idi, hava soğuktu, odalarında soba yoktu. 

Tek odalarının başköşesindeki kocaman ocak onlara hem mutfak görevi yapıyor hem de soba görevi yapıyordu. 

Ocağın iki yanındaki iki küreden birisinden ıbrık, birisinden de tencere hiç inmezdi. 

Akşamleyin yaktıkları koca bir kütük bu iki kürenin arasında hâlâ bir tarafından yanıyor, odayı ısıtıyordu. 

Herkesin uyuduğundan emin olan Hasan yavaşça kalktı. 

Zaten gündüz giydiği giysileri ile beraber yatmıştı, giyecek değiştirecek bir şeyi de yoktu. 

Kapının önünde duran lastik ayakkabısını ayağına taktığı gibi çıt ses çıkarmadan ağaç merdivenin basamaklarını birer birer inerek yere ulaştı. 

Lastik pabuçları muhtemel bir kaçış ve dağ yürüyüşü için yeni almıştı. Hatta beş fazla vererek içi astarlı olanını seçmişti. 

Anlaştıkları saat gelmişti. Ülker ve terazi kuşluk vaktinde idi. 

Nezire de bohçasını almış evin önündeki mor dudun ardında onu bekliyordu. 

İlk defa elleri ellerine değerek kol kola verip yavaşça yukarıya doğru, köyün son evini de geçene kadar yürüdüler. Daha sonra bir dik yokuşu çıkıp çalılıkların arasına daldılar. 

Yoldan aralı bir sayın üzerine oturarak ikisi de derin bir oh çekerek rahatlamışlardır:

Hasan: evlerin arasından geçerken bir anda, erden yaylaya gidecek birisi rastlar mı diye ödüm kopuyordu neredeyse, ama çok şükür kimse görmedi.

Nezire: babam uyanır da duvardaki çifteyi çektiği gibi beni yere serer, diye çok korkuyordum.  Hele şükür sağ salim burada ve beraberiz. 

Hasan Nezire’yi annesine istetmek istemiş ama annesi “ben o kızı sana gelin etmem” diye diretmişti.

Babasına söylediyse de o da “ben o işlerden anlamam oğlum” deyip geçiştirmişti. 

Nazire'nin anne ve babası da “seni o oğlana vermeyiz kızım hiç ümitlenme” deyip kestirip atmışlardı. 

Hasan ve Nezire’nin aileleri kapı bir komşu olsalar da hiç yıldızları barışık değildi. 

Yaşları gelip geçmekte olan iki gencin yapacak başka bir seçenekleri kalmamıştı.

Yazarın Diğer Yazıları