Mükremin Kızılca

Meram - Dere Mağaralarında Kitap Çuvalları!

Mükremin Kızılca

1969 Konya Hatıraları - 2

Şükran Kur’an Kursunda altı ay kadar kalmıştık.

Emirgazi’de başladığımız metinlerden sonra burada sarf ve nahvin ilk okunan eserleri olan Emsile, Bina, Maksut ve Avamili okumaya devam ediyorduk.

Şerafettin hocayla beraber bizim ikinci daimi gurubu Meram Dere’ye gönderdiler, burada Alanyalı merhum Haydar hoca efendi vardı. 2012 kurban bayramının üçüncü günü vefat eden Haydar Hoca Efendi bu kursun kurucusuydu ve mazbut bir insandı. 

Artık büyük bir şehirdeydik ve Konya’yı bellemek istiyorduk.

Dere’de Mukbil diye bir tatlı su vardı. Dere Belediyesinin altında duvarın dibinde akan bir çeşmeydi. Dere o zamanlar belediyelikti, Büyükşehir olayı henüz olmadığı sıralardı.

Bu sudan bazen Haydar Hoca merhum bizi su doldurmaya gönderirdi.

Buradan Topraklık Kur’an Kursuna kadar yürüyerek gidip geldiğimi biliyorum hem de yalnız olarak. O sırada talebelerden bazıları anlatmıştı: Evliya Çelebi, seyahatnamesinde: bir teyin / sincap Dereden ağaca çıksa Topraklığa kadar hiç inmeden gidebilir, diye yazıyormuş.

Dere Kur’an kursu o zaman belediye olan bu mahallenin en tepesindeydi. Öğlenleri kuru fasulyenin yanına su kenarlarından yolduğumuz nanelerin ve yarpuzların lezzetini hala hissederim. 

Kurstan sonra başka mesken yoktu, tam kayaların yamacında, önündeydi. Çocukluğumuz “kayalar ülkesinde” geçtiği için burası da bizim için çok uygundu. Zaman zaman gidebildiğimiz kadar yukarılara giderdik, bizim dağlardaki kuşların aynen burada da olduğunu görünce içim bir tuhaf olurdu.

Başyayla’nın Gerde / Bozyaka köyünden Seyit adlı bir arkadaşımız vardı, galiba bizden birkaç yaş büyüktü. Sabah namazlarını cemaatle kıldıktan sonra Seyit dağdan iner gelirdi. Nereden geliyorsun dediğimizd; en yukarıdaki kayaya kadar çıkıyorum, orada tefekkür etmek, hele taşın üzerinde namaz kılmak gayet feyizli bir hal, derdi.

Derede, kursun hemen karşısında bir Hatice teyze vardı, yaşlı ve duldu, bir evi geçindirmek için, günün yirmi dört saatinde neler yaptığını görürdük. Onu gördükçe anam kanayaklı gelirdi aklıma, bir evin hem anası hem babası olmak, yetimleri ele güne muhtaç etmeden, alnı açık başı dik olarak yetiştirmek kolay değildi, ama ikisi de başarıyorlardı.

Dere bundan elli yıl önce tam bir köydü, biz de bir bakıma köyden çıkıp köye gelmiştik, ancak burası Selçukya başkenti Konya’nın bir taşrası durumunda olarak daha şanslıydı.

Derenin düğünlerine bazen talebeleri de çağırırlar, topluca giderdik. Düğünlerde davetiye basılmazdı, eline bir megafon alan bekçi tek tek tepelerin başında durur aşağıya doğru düğün sahiplerini okuyarak toplu davet ederdi.

Dere, Meramın devamı olan değirmenler yöresidir, o zamanlar dere boylarına iner suda çimerdik, ara sıra karşı dağlara çıkardık.

Derenin son durağının öte yakasında sarp kayalarda inler vardı, buraların içinin kitaplarla dolu olduğunu söylediklerinde eskiden beri bir kitap meraklısı olarak okuduğumuz metinlerin şerhlerini bulmak için buralara girerdik.

Gerçekten de çuvallarla kitaplar doluydu inlerin içi, 1940’lı yıllarda hapse düşmemek için Dereli ve Konyalı âlimler kitaplarını buralara saklamışlar ve bir daha da çıkarma imkânı olmamıştı.

İnlerin içi karanlıktı, birkaç arkadaş eliyöşümüze kitapları karıştırır, sağlam, ciltli eserler çıkınca hemen dışarıya aydınlığa götürür incelerdik. Bu şekilde Avamil, İzhar, Kafiye ve İsagoci kitaplarının şerhlerini bulmuştum şahsen.

Şemsiye şerhi Tasavvurat, Avamil şerhi Tuhfetü’l-ihvan, Maksud şerhi Matlup ve İzhar şerhi Eyyubi’yi buradan bulmuştuk. Ders sırasında bu şerhler ve haşiyeler ana ders kitabına yardımcı olarak devamlı el atında tutulan eserlerdi.

Şerh ve haşiyelerin çoğu Osmanlı Türkçesiyle yazılmıştı, ana sarf ve nahiv kitaplarının çoğu da Türk bilginler tarafından Arapça yazılan eserlerdi.

Yani Türkle, Araplara Arapça öğretecek kadar ileriye gitmişlerdi. 

(Gelecek bölüm: bedestende ki hazin manzara!)

Yazarın Diğer Yazıları