Mükremin Kızılca

Konya'ya İlk Geldiğimiz Gün! 

Mükremin Kızılca

1969 Konya Hatıraları- 3

Güneyyurttan Ermenek’e Kader adlı bir burunlu minibüsle geldik.

Kader, kaderimizin ilk rotasına doğru yol aldığımız, ilk bindiğim arabaydı.

Az sonra Ermenek’ten Konya’ya bir otobüse bindik. Üzerinde Ermenek Seyahat yazıyordu. Bundan sonra Konya caddelerinde gezerken onu her gördüğümde “a bakın bizim otobüsümüz geçiyor!” diyecektim.

Dar bir koridorun sağında ve solunda ikişerli koltuklar vardı. Her koltuğun arkasında sigara izmariti atmak için kapaklı bir düzenek yer alıyordu.

Herkes sigaranın birini söndürür diğerini yakardı. Yanındaki yol arkadaşına “rahatsız ediyorsa yakmayayım” demek yoktu.

Büyükler küçükleri, “aman dışarıya bakma! Direk karşıya veya önüne bak, değilse araba tutar”, diye uyarıyorlardı. Yani ilk defa gördüğümüz ormanları, yüce dağları, nehirleri, asfaltı ve gelip geçen rengârenk arabaları göremeyecektik.

Yolcular kısa süre sonra “bir torba da bana” demeye başladılar.

Ben durumu anlamaya çalışırken midemin, yanımdaki tütüp duran sigara dumanı ve mazot kokusunun dayanılmaz etkisiyle fesada uğramakta olduğunu anladım. “Mavin amca bir torba da bana”, dediğimde çok geçti.

Doksan km mesafedeki Muta gelinceye kadar otobüs birkaç yerde durarak yolcuların ellerindeki siyah istifrağ torbalarını atmaları sağlanıyordu.

Muta gelince herkes birbirine “hadi geçmiş olsun” diyorlardı. Konuşmalarından artık araba tutturan yolların geride kaldığını anlıyordum.

Meğerse mide fesadına bir de çok dönemeçli ve asfalt olmayan yollar sebep oluyormuş. Hakikaten, artık Konya’ya kadar araba tutmadı.

Konya’ya girdik, dedikten sonra bitmek tükenmek bilmeyen bir şehre gelmiştik, köyde hiç görmediğimiz dört beş katlı evler vardı. Ben “aluu ne kara yüksek” deyince yanımdaki yol arkadaşı: “daha bunlar ne ki? Başka şehirlerde on, on beş katlı binalar varmış, Konya cezalı olduğundan yüksek kata izin vermiyorlarmış”, dedi.

Bu ceza işini anlamadım ama Konya’da bulunduğum takip eden yıllarda, 1970 yılında Nalçacı Caddesinde bütün binalar on katlı yapılmıştı, bazıları “Konya’nın cezası kalktı galiba”, demişlerdi.

Nihayet garaja geldik. Burası şimdiki Karatay Terminalinin olduğu yerdi. Şimdilerde “en eski garaj” diyoruz.

Zemini tamamen taş döşemeydi, hilal biçiminde önü camekanlı yazıhaneler sıralanmıştı. Burada yazıhanelerin önüne daha yeni ve büyük otobüsler yanaşıyordu.

Yakın ilçelere giden otobüsler bizimki gibiydi ama Ankara, İstanbul gibi büyük şehirlere giden otobüslerin üzerinde “Mercedes Benz” yazıyordu.  Bazı yazıhanelerin önünde ise ona nispet edercesine “Havalı Apollo Servis” diye dev bir otobüs yanaşıyordu.

Ben bu arabalara dalıp gittiğim sırada Kadir ağabeyim kolumdan tutarak, “haydi gidiyoruz”, dedi.

Garajın içinde herkesin ağzında yalayıp durdukları karışık renkli bir şey gördüm, nedir ne değildir bilmiyordum, ağabeyime de soramamıştım.

Sonraları bunun dondurma olduğunu anladım. O gün yapamadığımın ukdesiyle bugün bu yaşımda bile çarşıda dondurma alıp hem yürür hem yiyerek giderim.

Konya garajında, camında “Karapınar” yazan bir yazıhaneye geldik. Karapınar bizim gideceğimiz Emirgazi kasabasının bağlı olduğu ilçeymiş.

Az sonra yanaşan Magirusa bindik ve yeni yerler görmenin, yeni yüzlerle tanışacak olmanın heyecanıyla yola koyulduk.

Bu sırada aylardan Eylül ayıydı, yani okulların açıldığı aydı. Biz de yeni okulumuza başlamak üzere buradaydık.

En yağışsız ve yazın son günleri olmasına rağmen Konya ile Karapınar arasında sağ sol sular altındaydı. Şarampoller su doluydu, ovanın bütün esikleri göldü.

Konuşulanlardan, burasının Hotamış gölü civarı olduğunu anlıyordum.

Şimdilerde (2021 Aralık) ne Hotamış gölü var ne de şarampolleri dolduracak yağmur!

Şimdilerde ovayı sulamak için köydeki bizim dereleri borularla Konya musluklarına ve tarlalarına akıttıklarını gözlüyoruz.

Ne de olsa su bizim suyumuz, diye seviniyoruz!

(Gelecek bölüm: Bedestende Yırtık Pabuçla Gezerken!)

Yazarın Diğer Yazıları