Mükremin Kızılca

Kendi Harmanımızdan Buğday Çalmak!

Mükremin Kızılca

Askerlik öncesi kırklı, ellili ve altmışlı yıllarda aile ve köy olarak en sıkıntılı günlerimizdir. Sıkıntı derken maddi durumu kast ediyorum.
Aksi halde bu yıllar çocuklar, sorumluluk sahibi olmayan, mükellefiyeti bulunmayanlar için neşe dolu en mutlu günlerdi. 
Bu zamanlarda köyümüzün ve bütün civar köylerin derdi dıggı yayla sehil seğirtip kışlık ununu, bulgurunu, aşlığını, haşlığını, pekmezini ve diğer ihtiyaçlarını temin etmek hiçbir hareket imkânı olmayan kış aylarını rahat geçirmek için çalışmaktı.
Kış ayları gelince çoğu erkek döşüne bir yorgan ve mitil alıp Aydın’ın yolunu tutardı. Aydına gidip gelmek çok çileliydi ama cebi para görüp borçlarını ödeyen bir aile reisi için sonuç büyük keyif olurdu. 
Aydında, İzmir’de, Antalya’da başta çapa ve budama olmak üzere ve verilirse yapılırdı. Artık bizi kılığımızdan tanırlar, Navalılar geldi, derlerdi.
İnsanların mahrumiyet yerlerinden akın akın iş için geldiğini gören Aydın halkından bazıları şöyle bir yakım yakmıştı bir zaman:
Küren küren gelmeyile
Belli olmaz hırlısı 
Birem birem ölmeyile
Biter mi gavurun kırlısı.

Nisanla beraber yaylalara çıkılırdı, köyler yaylaya toplu çıkarlar toplu inerlerdi. Yaylaların ekinleri Salı Salı ayrılır bir sene ekin salısı bir sene nohut veya sulak yerlerde avar salısı olurdu.
Ekinin ekilmesi ile derilip ambara konması arasındaki dokuz ay dokuz doğururduk, ha Yörükler güdecek, ha dolu vuracak, ha yel kurutacak gibi telaşeli geçerdi günler ve geceler. 
Tam askere gideceğim ve Sultanla Hanımla evlendiğim seneydi, 1946 baharında Altıntaş’ın ekinleri çok gür yetişiyordu. Millet yaylaya çıkmadan köylü ekinlerin güdülmemesi için her gece birkaç kişiyi beklemeye ve yoklamaya giderdi. Yörükler deve katarlarıyla bizden erken çıktıklarından ekin arasında geceleri davar güderlerdi. 
Bir gece de nöbete gidenler arasında ben de vardım. Muhtar Sarı Ali’nin seçtiği altı kişi akşam çıktık, Altıntaş’a vardık. Anamurlu Yörük Kara Ahmet’in gelini gölcükte ekinlerin arasında davar güderken bulduk. Gelin bizim bağrış çağrışımızı duyunca sürüyü hızla uzaklaştırdı.
Babasına durumu anlatınca bizi mahkemeye vermiş. Halimiye’ye (Nahiye merkezi Tepebaşı) Sarı Ali ile ben duruşmaya gittik. Halimiye’deki duruşma mahkemeden altta bir yüzleşme şeklindeydi. 
Nahiyedeki memur Yörük Anamurlu Kara Ahmet’e dönerek: taa denizin kenarından gelip yaylada köylünün ekini gütmeye utanmıyor musunuz? Diye çıkıştı. Taraflar el sıkışıp bir daha zarar vermekten ve zarar görmekten uzak olmak sözüyle ayrıldık. 
Bizim en fazla elli kile buğdayımız olmuştu bir keresinde, en fazla olanın da yüz kile olurdu, yüz kileyi geçen olmazdı. Bir kile elli kg olunca elli kile 2,5 ton ederdi. Böyle çok olanlar develerle Yörüklere çektirtirdi buğdayları köye.
Bu zamanlar tam da ikinci cihan harbi zamanı olduğundan devlet askeri savaşa girmese de savaşa hazır tutmak zorunda olduğundan gücümüzün üstünde salgılar almaya başlamıştı. Bu salgılar keçi başına neredeyse keçiyi, satsan etmeyecek bir paraydı. Bu nedenle mesela otuz keçisi olan on beşini memurların geldiğini duyunca kıraçtaki ine saklardı. 
Memurlara sirkatçı memuru derlerdi, köye gelince köylüyü toplar, kaçar keçileri olduğunu not ederek vergiyi çıkarırdı. Getir keçileri demezlerdi ama diyecek olursa yarısını saklar kalanını getirirdik.
Sirkatçi yani hırsızlık olaylarını takiple görevli kazadan gelen memurların ikinci uğradığı yer de harmanlardı. Harmanları tek tek gezerler malamayı hazırlayınca haber edin der giderlerdi. Halk buğdayı samanı ayırınca sirkatçi memurunu çağırırdı. Ancak herkes memura haber vermeden önce kendi buğdayının bir kısmını çalardı.
Sirkatçi memur harmana gelir bizzat refakat ederek ölçülürdü. On kile buğdayın bir kilesi yani öşrünü ayrı bir çuvala koydurur ağzını mühürletirdi. Bu ağzı mühürlü devlet hakkı olan çuvallar sonraki sabah katıra yüklenir sahibi eliyle Ermenek Meydandaki toplama yerine teslim edilirdi. 
Gargara bölgesine bakan sayımcı ve sirkatçi memuru Ali Nazır idi. Bir keresinde babamı, muhtar Sarı Ali ile beraber bir yük buğdayı kaçırırken yakalamışlar olay mahkemeye intikal etmişti. Babam ifadesinde:
Ben İzmir’den yorgan, ip, yastık vb şeyler alıp satarım, taşıdığım buğdaylar Aşağı İzvit köyünde ticari takas yoluyla aldığım buğdaydır, deyince Ali Nazır da bunu makul görünce beraat etmişti. 
Altıntaş yaylasında bütün evler oba daşında iken bizim ev İlannı denen aşağıda bir yerdeydi. 
Biz insanlar harman sırasında hem yaba için yel bekleriz hem de yağmur yağmasın diye dua ederiz. 
Bir akşam aniden hava kütürdemeye başlayınca anam garıyı bir telaş tuttu. Hacı Abdil çayırında açıkta yatan Sultan gız gil (kardeşi Hüseyin’in eşi, babam) ne yapar şimdi, diye hayıflanıyordu. 
Biz ne yapalım, ne edelim derken yağmur başladı, bir de ne görelim Sultan gız da çocukları almış kelife gire düştü.”
(Anlatan Dede Aktaş)
Daha yazılacak çok şey var!
Sevgiyle ve saygıyla kalın!

Yazarın Diğer Yazıları