
Akl-ı Selimle Düşünmek!
Mükremin Kızılca
Akl-ı selim Kur’an’da geçen “kalb-i selim” tamlamasına nazire olarak söylenen bir deyimdir.
Selim sağlam, selamet içinde, kendisine hiçbir arıza bulaşmamış, çevresinden etkilenmeden saf ve temiz demek olup akl-ı selim de bu akıl demektir.
Bu deyime dilimizde sağduyu kelimesiyle karşılık bulunmuştur. Sağduyunun karşılığı sol duyu değildir. Daha doğrusu buradaki sağın siyasi sağla bir alakası yoktur.
Buna göre şimdi sağduyumuzu kullanarak bir analiz yapalım. Ama bu analizin sağlıklı olması için bütün etkilendiğimiz şeyleri bir kenara bırakmamız gerekiyor.
Yani kısacası sadece kendi aklımızla düşünüp bütün önyargıları kenara koyarak muhakeme yapalım.
İnceleme konumuz “Müslümanların çağımızda neden geride kaldıkları meselesi” olsun!
Avrupa 1500 yılına kadar nal toplarken Müslümanların özellikle Müslüman Türk milletinin okuyup yazmada, okuyup yazdıkça ilimde, uzayda matematikte ve her alanda en önde olduklarında şüphemiz var mı?
Endülüs’te, Bağdat’ta, Şam’da, İstanbul’da, Kahire’de, Tunus’ta, Konya’da, Karamanda, Buhara’da ve daha nice başkentlerde dünyanın en büyük kütüphaneleri ve okulları var mıydı?
İslam Medeniyeti “İlim Çin’de de olsa alınız!” emri gereği Yunanın bütün kitaplarını Türkçeye ve Arapçaya çevirip okuma – yazma medeniyetine basamak yaptı mı?
İslam Medeniyetinin yetiştirdiği: el-Biruni, El- Harizmi, İbn-i Sina, Farabi gibi nice ilim adamlarımızın eserleri Avrupa üniversitelerinde okutuldu mu?
Avrupa Endülüs’ten aldığı ve işgalleri sırasında İslam ülkelerinden kaçırdıkları el yazması binlerce kitabı kütüphanelerinde baş köseye koydular mı?
Avrupa Rönesans dedikleri, bağnaz Hristiyanlık kıskacından kurtulup medeniyet meydanına Müslümanlardan aldıkları ve gördükleri ile başladılar. Medeniyeti, suyu kullanmayı, kadının insan olduğunu, kitabı bizden öğrendiler. Endülüs’te Arap Müslümanlardan kalan yüz binlerce kitabı yakan da onlardır.
Biz 1700’lü yıllarda Lale Devrine girip zafer sarhoşluğuyla ve Nedim’in kadınlara tapmayı öngören gazelleriyle kendimizden geçerken onlar da sanayi devrine geçerek 1800 yılına gelmeden sanayi devrimlerini gerçekleştirdiler.
Lale devrinin sarhoşluğundan bizi Avrupalılar dürte dürte uyandırdılar. Yıl bu sırada 1850 civarıydı: ayağa kalkın, böyle devlet idare edilmez, her işe bir bakanlık ihdas edin, her işte ehliyetli okumuş kişileri çakıştırın, din, dl, mezhep ayrımıyla uğraşmayın deyip Tanzimat ve Islahat fermanlarını yayınlattılar.
Padişahlar da geç de olsa uyandılar ama bu geç kalma baya bir uzun geç kalmaydı. Her alanda okullar açılması, her sanatı ve mesleği öğreten enstitüler kurulması, askeri, tıbbi, mühendislik alanlarında yüksekokullara geçiş bizde de başladı.
Ama ne yazık ki Fransa’da cumhuriyetin ilanıyla beraber her milletin kendi devletini kurması fikri Osmanlıların bitişini de son sürat hızlandırdı. Aslında ulusal hareketler bütün imparatorlukların sonu oldu neredeyse.
Sultan Abdülhamid’in, bütün ülkeyi telgraf, demiryolu hatlarıyla donatması, başkentte üniversite kurması, her ilde lise, her ilçede ortaokul, her köye ilkokul açması da sonucu değiştirmedi.
Sonuç: başta gayrimüslim olanlar sonra da Müslüman olan bütün tebaayı kaybederek yıkılış sürecine girildi.
Allah’ın takdiri gereği Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde, İslam’a ve Müslümanlığa en uygun yönetim biçimi olan Cumhuriyet kuruldu.
Şimdi sağduyu ile düşünelim: İslam dünyasının geri kalması Müslümanlara ya da İslam dinine mal edilebilir mi?
İslam dini de ona intisap eden Müslümanlar da asla bağnaz ve yobaz değildir. Tüm dünyada ateistlerin ve modern - laik kesimin kullandığı yobazlık, klasik Hristiyanlara söylenen bir kelimedir.
Müslümanlar hiçbir bilimsel çalışmaya ve gelişmeye çelme takmadıkları gibi bu hususta destekte de en öndedirler.
Bunu görebilmemiz için tek muhtaç olduğumuz şey hepimizin temel içgüdüsünde var olan sağduyudur.
Hoş olun hoşça kalın!
Daha yazılacak çok şey var!