
Zarf Beden, Ruh Mektup
Mehmet Kaçar
Hatırat yazar insan bazen. Mademki bu hatıratlar beyinler de gizli tutulamıyor, öyleyse nerededir diye bir soru sormak icap edere. Dikkat edilecek olursa, ruh bedene yaratan tarafından üflenince, beden sadece ruhu(bedende bulunan canı) taşıyan bir araç konumuna dönüşüyor.Bedenin söz konusu oladığı yerde ve sadece bir araç olma durumuna düştüğü yerde, ama “nerede” sorusunun da bir anlamı varmıdır yoksa yokmudur onuda bilemiyorum.
Bütün fotoğrafları çeken bir fotoğrafçısı ve bir fotoğraf makinası olsa da, hatta klişeleşmiş fotoğrafların bir zarfı olsa da, o fotoğraf klişesinin gözle görülmeyen ve elle tutulamayan hatıraların niçin bir muhafazaya(o da fotoğraf ve fotoğrafın klişesi) muhtaç olacağını ve böyle bir zarfa nasıl sahip olunabileceğini hiç bir zaman kestiremediğimi de itiraf etmeliyim burada. Bir, saklama yada saklayan bir zarf istenmekte ısrar edilecek olursa eğer, o zarfta ruhu, yani mektubu(beden zarfında ruh mrktubu)nun saklandığı beden diyebilirim. Bu beden de bütün acizliğimle, tüm hatıraların(hayır-şer) içine kotlandığı ruhun bir zarfı yani korunağıdır. Bedene ruh can verirken beden de ruhu koruma altına almaktadır. Kabuk beden iç ruhtur. Nasıl ki bir fotoğraf sanatçısının makinası içerisinin korumalığı ise de fotoğraf makinesi de bir kullanıcıya ihtiyaç duyar ve kendi başına o koruduğu fotoğrafı çekemez. Yani beden fotoğraf makinasına, ruh hatıratını yerleştiren ve bu klişede saklanan ruhu veren de ruhun kendi sahibidir.İşte tüm hatıralar ve hatıratlar, bilinenler ve daha sonra bilinmek istenenler, gizlenenler bu beden ülkesin de ruha kotlanmışlardır.
Bense gözle görülmeyen, elle tutulmayan ben fotoğrafındaki ruha ve ruhu kaplayan, saran ve taşıyan zarfa nasıl ve niçin sahip olabileceğimi de zaten kestirip tespit edemiyorum.
Eğer, benden beden ülkesi muhafazasının içinde ne olabiliri isteyecek olurlarsa ben de derim ki bütün bilinen ve bilinmeyenler, bütün hatıraların zarfın içerisinde ki ruhtur. Tabiri caizse bu beden ülkesi kendisi bir ruh yaratmış olmuyor, bilakis bununla can bulduğumuz beden zarfına ruhu verenin yarattığına şahit oluyoruz.
Çünkü şuur kadar(rüşt yaşından sonrası ya da akıl) şen’i ve bila vasıta(vasıtasız) müttali olunan bir gerçek olmadığı gibi beşer ruhu denilen şey değildir. Bunu bir açacak başka bir şey değildir. Bunu biraz açacak olursam şu sonuca varabileceğimi kestirebiliyorum. Mesela; “Muhasebe veya musahabe “ kelimelerini ele alalım. Beden ülkesi ilk önce ilk üç heceyi(mu-ha-se veya mu-ba-se) söylüyor ve en son heceyi yani “be” hecesinde noktalıyorum. “Be” hecesi söylenirken de kısalıyor. Çünkü o da geçmişe kaynmak üzere de son sınırda. Oysa, mu-sa-ha heceleri zaten geçmişti ve hatırat olmuştu. İşte bu üç hece misali ruhtaki kotlama da beden zarfının için de geçmişte kalmış bir anıdır veya klişedir. Bunların küçük bölümleri son bölümlerine Halbuki bu oluşum son nefesi yahutta bizim inandığımız mahşere kadar devam edebilir. Durum böyle olunca da, geçmiş ile şimdi ki durum ve gelecek arasında bir bağlantı çizgisi çizmek de mümkün değildir. O zaman da hafıza ile şuuru birbirinden ayıramasak da bir bağlantının , bir çizginin var olduğunu tahmin etmesek de bir bağ kurmamız mümkün olmayacaktır. Bu da şu demektir ki şuurun bitiş noktasından sonrasında da hafizanın tayinini yapmak imkansızdır.
Elhasıl gerçeği söylemek gerekirse bile örneklediğimiz “mu-sa-ha-be” kelimesini telaffuz ettiğimiz zaman beden-ruh yada, ruh-beden de var olan hazır olan yalnız kelimenin başı, ortası ve içeriği olmayıp, bununla beraber bütün bir cümle ve bir ibaredir. Böyle olmasıydı, konuşmalarımızda ve derslerimiz de konunun ip ucunu bir türlü elime geçiremezdim.Şimdi şöyle bir düşünelim bakalım,konu ile ilgili konuşmalarım senelerden yani şuurumun ilk başlangıcından bu yana tek bir kelime olan “şuur” algı şeklinde devam ediyor. Yani benim bu şuurlanmam da ise gelecek endişesi ve amel ilişkisinden kurtulmuş, yada özgürleşmiş olarak yalnız bir ibarenin manasını kapsamakla meşgul durumdadır. O zaman ruh mu şuur,şuur mu ruhtur, acaba ne dersiniz? Bu şekilde bir düşünme tarzı ile de “musahabe” kelimesinin son hecesi olan “be” hecesini telaffuz ederken ondan önceki heceleri, “mu-sa-ha” hecelerini, aynı zamanda bir şuurlanmanında olduğunu farz ederek, açıklamaya nasıl muhtaç değilsem, son hece olan “be” hecesini de açıklamaya hatta tüm kelimenin var olduğunu bildiğim halde (musahabe), tümünü de aynı şekilde koruduğum halde, açıklamaya ihtiyacım yoktur.
Bana kalırsa, doğumdan ölüme kadar olan tüm hayatımızın içeriği, şuurun ilk noktasından beri bir küçük virgülle ayrılmış ve hiç bir yerinden kesilmemiş tek ibareye benzetilebilir. Bunun içinde öyle zannediyorum ki, bütün geçmişimiz işet bu kelime içerisinde tam anlamıyla vardır ve var anlaması da zorunludur. Başka bir yaklaşım tarzı ile o meşhur geçmişimiz, yani şuur veya akıl yaşımız, o tarz da hazır ve algılamaya göre kotlanmıştır ki, daima bir suyun akıntısı gibi olan şuurumuz da bunu keşfetmek için ne yatağından dışarı fırlamaya, ne de yabancı bir şeyle karışmaya ve karıştırmaya muhtaçtır. Kodları neyse ona göre yaşamaya devam etmektedir. Şuur bütün geçmişini daha doğru bir deyimle kendini tamamen ve alenen görüp anlayabilmesi için yalnızca kendisi için bir engeli aşması tek bir engeli veya seti kaldırması şuur için ve anı için yeterli olacaktır kanaatindeyim.
İşte bu engel veya set de şuurun önün de bir dağ misali duran ve bizim “dimag” adını verdiğimiz kelime de gizlidir. Bu hadise, yaşanan bu hayat için elzem niteliğinde olan dimağ engeli bir mesut halidir.
Çünkü yaşanan bu hayatımız da elde ettiklerimize dikkatimizi toplayıp bizi şuurlanmaya iten de aynı zamanda dimağımız değilmidir? Ne çare ki hayatın gerçek gözü geçmişte değil gelecektedir. Onun için geçmiş geçmiştir ve geleceğe bakmak daha hayırlıdır. Mazinin geçmişin kontrol edilmesi ise sadece geleceğin iyi veya kötü olması için gereken bir olduğudur. Geçmişini bilmeyen geleceğini aydınlatamaz. Geçmişte ki hataları gelecekteki şuurunun daha temiz olmasını sağlamıyorsa, sıkıntı dimağında ki engellerin kalkması yüzündendir. Öyleyse, beden ruhu taşıyan saedece bir zarftır. Bedeni de canlı tutan ilahi ruhun tâ kendisidir.