
VEHHABİLİK VE SELEFİLİK!..
Mehmet Kaçar
Vehhabilik ve diğer adıyla da selefilik demekle, kendilerini bu sıfatla nitelendirenleri söylemek istiyoruz. Ancak bunların bir kısım görüşlerinin “selef” mezhebine uygunluğu tartışma konusudur. Bu konu bundan sonra da tartışma konusu olmaya devam edecek gibi görünüyor.
Vehhabiler ya da selefiler, hicri 4. yüzyılda ortaya çıkmışlardır. Hanbeli mezhebine mensup olan bu insanlar, tüm görüşlerini, “selef” akidesini dirilten ve bunun dışındaki görüşlere savaş açan İmam Ahmet bin Hanbel’e dayandığını iddia etmişlerdir.
Selefiliğin ikinci kez ortaya çıkışı, hicri 7. yüzyıla rastlamaktadır. Selefiliği bu defa dirilten Şeyhul İslam İbnü Teymiyye, insanları yoğun bir şekilde kendi açıkladığı akidesine çağırmış ve “selefiliğe”, kendi döneminin üzerinde düşünülmesini gerekli kıldığı yeni bir takım konular ilave etmiştir.
Daha sonra bu görüşler, Arap yarımadasında hicri 12. yüzyılda yeniden canlanmıştır. Arap yarımadasında, bu akideyi bu kez dirilten Muhammed bin Abdulvehhabtır. Vehabilerin, bu akideyi sahiplenişi günümüze kadar da sürmüştür. Öte yandan, halende bazı Müslüman alimler, bu akideyi savunmaktadırlar. Bu sebeple, bu akide üzerinde durmak bir zorunluluktur. Bu Hanbelilerin -ilk olarak- “tevhid” üzerinde durdukları ve bunun kabirlerle olan ilişkisini açıklamaya çalıştıkları, “tevil ve teşbih ayetleri üzerinde durdukları da ayrıca bilinmektedir. Bu, onların hicri 4. yüzyıldaki ilk çıkış biçimleridir. Öte yandan, görüşlerini Ahmet bin Hanbel’e dayandırmışlardır. Ancak, bu “nispet” iddiası, bazı Hanbeli büyükleri tarafından tartışma konusu yapılmıştır.
Selefilerle, Eşariler arasında büyük çatışmalar olmuştur. Çünkü selefiler, Eşarilerin tartışmasız otorite sahibi oldukları bir dönemde ortaya çıkmışlardır. Her biri, kendisinin “selef mezhebine davet ettiği iddiasında olan bu iki grup, dolayısıyla şiddetli çatışmalara da girmişlerdir.
Mutezililer, İslam inancını açıklarlarken, Yunan mantığından ve çeşitli filozofların “cedel ve münazara” metotlarını almışlardır. Mutezilileri bu metodu kullanmaya iten, İslamı savunma konusunda kendilerinin adamları olmuştur. Eşari ve Maturidiler de bu felsefi metodu kullanmada, onlara yakın bir davranış sergilemişlerdir. Özellikle de Maturidiler, Mutezililerle girdikleri teknik tartışmalara rağmen vardıkları çoğu sonuçlarda Mutezililere yaklaşmışlardır.
Daha sonra ortaya çıkan selefiler, bu “metod”a karşı çıkarak, akaid konularının sahabe ve tabiin döneminde olduğu gibi, öğrenilmesi gerektiğini savunmuşlardır. Selefiler, akaid konularının sadece “Kitap” ve “Sünnet” ten alınmasını, hem akidenin kendisinin, hem de bu akideyi oluşturan “delil” in Kur’an’da aranması gerektiğini savunmuşlar ve alimlerin Kur’an’i deliller dışında “delil” aranmasını engellemeye çalışmışlardır. Değilmi ki, Bakıllani kendisini, insanları Eşarinin delillerine bağlamakla, görevlendirmiştir. O halde, insanların Kur’an’i delillere bağlanmak kesinlikle daha evla olmalıdır.
Selefilerin metodunu sistemleştiren İbn Teymiye, alimlerin İslam inancını anlamakla kullandığı yolları dört kısma ayırmıştır:
1-Filozoflar:Bunlar, Kur’an’ın “hitap” üslubuyla ve çoğunluğu ikna etmeye yönelik mukaddimelerle geldiğini; kendilerininse, “delil” ve “kesinlik” yanlısı olduklarını, inancı elde etme yolunda “delil” ve “kesinlik” olduğunu savunurlar.
2-Kelâmcılar; bir başka deyişle Mu’tezililer. Bunlar; Kur’an âyetlerine bakmadan önce bir takım akli deliller ileri sürerler. Evet, bunlar iki delili de benimserler, ancak akli görüşü Kur’an’i delile takdim ederler. Sonra da aklın gerektirdiği şekilde (Kur’an’i delilleri) tevil ederler.Ancak yinede Kur’anın dışına çıkmazlar.
3-Bazı âlimler: Bunlar, Kur’an’da yer alan inanç konularına ve delillere akıl nazarıyla bakarlar. Bunlar, Kur’an ‘da yer alan konuları doğruyu gösteren, insanı irşad eden ve akla yön veren deliller olarak kabul etmezler.
Tersine, içerdikleri konulara iman edilmesi gereken “ihbari” âyetler olarak kabul ederler ve bu delillerin içeriğini, çıkarılacak akli sonuçlara mukaddime yapmazlar. Öyle görünüyor ki, İbni Teymiye Maturidiyi’de bu kısımdan saymaktadır. Çünkü Maturidiler, Kur’an inancı konusunda, delil olarak aklın yardımına başvururlar.
4-Bir kısım alimler de, Kur’anı hem bu akide hem de delil olarak kabul ederler. Ancak Kur’an’i delillerin yanı sıra, akli delillerin yardımına başvururlar. Bunlar dan Eşarileri kastettiği anlaşılmaktadır.
İbn Teymiye yaptığı bu taksimden sonra “selef metodunun, bu dört kısımdan biri olmadığını, tamamen bunların dışında bir metot olduğuna karar verir. Çünkü inanç konuları anacak naslardan alınmalıdır. Aynı, şekilde delilleri de naslardan alınmalıdır. Dolayısıyla selefiler, aklın sarptırıcı olduğunu ileri sürerek akla güvenmemişler, sadece nassa ve nassın işaret ettiği delillere inanmışlardır. Çünkü bu, Hz. Peygamber(s.a.v)e indirilen vahiydir.
Selefilere göre, bu akli metotlar, İslama sonradan sokulmuştur ve kesinlikle sahabe ve tabiin tarafından bilinmektedir. O halde bu akli metotların akideyi anlamada zorunlu olduğunu söylersek, bunun bizi götüreceği sonuç, “Selefin, akaidi olması gerektiği gibi anlamadığını ve delilleri gerektiği gibi kavrayamadığını iddia etmek olur.
İbn Teymiye de bu konu da şöyle demektedir: “Onlar ne Rasulullah(s.a.v)ın kendisine bu tür ayetleri anlayabildiğini, ne de onun ashabının bunları anlayabildiğini” iddia ediyor. Hatta onların bu iddiası da şu manayı içermektedir: Hz. Peygamber(s.a.v), sıfatlarla ilgili sözleri söylerken, ne dediğini bilmiyor, tamamen bilmediği şeyleri konuşuyordu.”
İbn Teymiye’nin tasvir ettiği kadarıyla, selefiler hakkında şu sonuca varıyoruz: Selefiler, itikadi, itikat hükümlerini ve bunlara ilişkin bütün konuları kısaca ve etraflıca bilmenin tek yolu olarak Kur’an ve onu açıklayan sünneti kabul etmekte ve sadece bunların izinde gidilmesini düşünmektedirler. Kur’an’ın koyduğu sünnetin açıkladığı her hüküm kabul edilir.
Şüpheleri gidermek için dahi olsa bunları ret etmek olmaz. Akıl, Kur’an’ın tevilinde, tefsirinde ve hüküm çıkarma konusunda, ancak ibarelerin işaretleri ölçüsünde ve hakkın da haberlerin yoğun olduğu konular nisbetinde otorite sahibidir. Aklın bunun ötesinde bir otoritesi varsa, oda şudur: Tasdik etmek, boyun eğmek, naklin tespit ettiği konuları akli olana yaklaştırmak ve araların da çelişki olmadığını göstermek....
Akıl, ancak şahit olabilir, hâkim olamaz. Ancak kabul edip edip destek verebilir, eleştiri ve tenkit getiremez. Kısaca, akıl sadece Kur’an’ın kapsadığı delilleri açıklama yetkisine sahiptirler.
İşte Selefi görüşün metodu budur. Bu metoda göre akıl, sürekli olarak naklin arkasından gider, onu güçlendirir ve takviye eder. Hiç bir zaman, kendi başına delil olmaz. Sadece metinlerin manasını anlamlı kılabilir, yani anlaşılır yapabilir. İbni Teymiye, Müslümanların çoğunluğa muhalefet konusunda aşırı gitmişlerdir. Hz. Peygamberin kabrini ziyaret konusundada aşırı gitmişlerdir. Oysa İbni Teymiye’nin de Hz. Peygamberin kabrini ziyaret etmek konusun da olumlu görüşleri vardır.
Evet, salihlerin kabrini ziyaret edip onlara adak adama konusunda ise isabetli görüş belirtmiştir. Türkiye’de bu konuda bu gün pek çok mezara gidip adaklar kesiliyor, çocuk patikleri, çemberler asılıyor, hatta günlük yemekler bile götürülüyor.
Ne var ki Ravzayı Mutahhara bütün bunların dışındadır. Selefiyenin görüşlerini burada asla desteklemiyoruz. Aksine Efendimizin imkanlra dahilinde çok ziyaret edilmesinin tarafında yer almaya devam edeceğimiz gibi daha çok savunacağız. Çünkü, sahabeyi kiram efendilerimiz ziyaret etmişler hatta uzak geçerlerken bile elleri ile selam vermişlerdir.
Oysa İbni Teymiye, Ravzai şerifin uğur ve bereket beklenerek ziyaret edilmesini yasaklarken “putçuluk endişesi”ni gerekçe göstermiştir.Bu şekilde bir şüphe de endişeyi gerektirmeyen bir şeyden endişe duymak demektir ki, buna asla gerek yoktur.
Eğer yapılan ziyaretler de Hz. Muhammed(s.a.v) yüceltilmesi söz konusu ise, bu da, tevhid Paygamberinin yüceltilmesi demektir. Peygamberin yüceltilmesi demek ise “tevhid”in yüceltilmesi demektir. Çünkü bu yüceltme onun getirdiği değerleri yüceltmek demektir.
Ayrıca, Hz. Peygamber(s.a.v)in kabrini ziyaret etmek, Hz. Peygamber’in(s.a.v) sabır, cihad, ve gayret açısından konumu; Onun cihadı ve Allah’ın yardımı ile putçuluğun yok olmasını ve ibadetin sadece Allah’a yapılmasını sağlayan tevhidin şanını yüceltmeye yönelik çalışmaları hatırlatmak demektir. Dört mezhep İmamı ve İbni Ömer(Allah hepsinden razı olsun)de Rasulullah(s.a.v)in kabrini ziyaret etmişlerdir.
Efendimizn kabrini ziyaretten amaç, onu hatırlamak, onun hayatından ibret almak, müşahade etmektir. Hz. Peygamberin hayatını, mücadelesini, siretini, sünnetini, cihadını hatırlamaktır. Bunları hissedip ibret almak ve onun yaşadığı gibi hayatımızı düzenleyebilmektir.
Allah’ın emirlerine sarılıp, nehiylerinden kaçınmaktır. Hz. Peygamber’in kabrini ziyaret bir hatırlatma, bir öğüt, bir nasihattir. Hidayet ve anlama vesilesidir.
Rasulullah’ın kabri başında yapılan duada çok mubarek bir duadır. Çünkü o anda kalp huşu içinde, akıl boyun eğmiş vaziyette, nefis ihlasla dolu ve vicdan da tamamen uyanıktır. Bir yandan Rasulullah sevgisi ile yanarken bir yandan da onun kabri başında göz yaşı dökmektir. Bunun selefilerin dediği gibi putçulukla bir alakası da yoktur.
Selam ve Dua ile!...