Mehmet Kaçar

Şuur-Ruh-Beden

Mehmet Kaçar

Bir fert, geçmişine iyi bakıp, iyi değerlendirirse, geçmişi geleceğine ne kadar iyi hizmetçi kılabilirse yani geçmişi geleceğine ne kadar ışık tutabiliyorsa, ferdin yaşadığı hayatı da kendisine o kadar ışık tutabilen bir hayatı olmuş olacaktır.

Aslında, ruhun ameli hayatı ifa olunacak ameller üzerinde tekasüf ve temerküz etmesi demek olduğuna nazaran, insanın şuurlandırmasından da ameli hedef ve gayesine uygun ve faydalı olabilecek şeylerin dışa vurumu ve yaşaması ve geleceği de aslında sadece bir kısım parçada dır.

Karanlıkta bırakmasını(kötü) temin edecek ve onu aydınlatacak bir mekanizmaya da ihtiyaç vardır. Bu da kitap, peygamber ve peygamber varisi olan alimdir. İşte ruh, dimağ denilen bu kodlama vasıtasıyla da eşyanın bu sayede eşya ile tesisi münasebet kurabilmiştir. Böylece dimağın bir hafıza eylemlerinde ki rolü, amele faydalı olabilecek geçmiş(iyi-kötü) amellerin yani hatıraların, hatırlanmasını ve geleceğinin kodların da hapis edilmesini temin etmekten ibaret olup, yoksa geçmişi korumak ve saklamak değildir. İşte, dimağ dediğimiz o kodlamanın da şuur üzerindeki rolü bu olsa gerektir. Daha açık ve net bir şekilde anlatmak gerekirse, biz de deriz ki dimağın görevi ve ruhun harekete geçmesi ile bedenin de canlanması ve dışa vurumuna yol açmak, bu sayede de ruhu faaliyet havzasına katmaya vasıta olmasıdır. Bu nedenledir ki daima ameli ve faydalı(müfit) bir gaye takip eden ve fiillerini faydalı tesirli kılmak için ruhu genellikle kendi dairesinde mahkum kılmaya da gücü yetendir.

Artık, ilahi ruhun dimağ engelini her yönden aşıp taştığı ve dimağ faaliyetleri de denilen şeylerin, Hz. Ademe ihsan edilen ilahi ruhun ancak bir hecesi, bir parçasına karşılık gelebileceği de anlaşılmış olur.

Bu sonuca rağmen, ruhun hayatı, bedenin hayatından çok ayrı bir hayat olduğu neticesine varılıyor. Yani beden denilen varlık, ruhun bir koruma kafesinden başka bir şey olmadığını anlıyor. Çünkü beden ruhun ancak bir vasıta bir alet görevini görmüş oluyor, ve böyle görünüyor. Binaen aleyh ortada ruh ve bedenin birbirine muhtaç fakat birbirinden ayrı varlıklar, ama birbirlerini tamamlayan yaratıklar olduğu görülüyor. Birbirlerine zorunlu bağlılıklarını gerektirecek hiç bir şartta yok. İşte ölüm denen yaratılmada, ruh ve bedenin ayrılığı bunun bir kanıtıdır.

O zaman şu soruları da birer birer sormamız gerekiyor.

Biz nereden geliyoruz?

Bu alemde ne işimiz var?

Bizim sonumuz nasıl ve ne olacak?

Biz bu dünyadan sonra nereye gideceğiz? Ve benzerleri.

Eğer bir kişinin bu gibi hayati sorulara verebileceği hiç bir cevabı yoksa veyahut hayat ve tarih sahaların da yapıldığı gibi, bunları peyderpey aydınlatmayacak ve tedricen artırdığı tecrübelerle derinleşerek daha faydalı bir bakış tarzı ile göremeyecek ve layemutiyet konusunu ruh ile cismin farazi mahiyetteki cevherlerinden istinbat edilmiş delillere dayanarak tasdik veya inkar edenlerin yoluna körü körüne bağlanacaksa, bütün yaşanılan bir ömür bir saatlik bir düşünce tarzına bile değmez. Bu konu da zaten bizim dünya gözüyle gördüğümüz ve dünya delilleri ile de tam bir ispata gücümüzün yetmediğini bize anlatıyor. Çünkü dünya tecrübelerimiz sınırlı saatlerle dolu olduğu ve dimağ bildiğimiz algılarımızın da acziyetini bildiğimiz algılarımızın da acziyetini bildiğimizden mükemmeli ancak bunu bildiğine inananlardanız.

Hatta bu konuyu enine boyuna inceleyip yıllarını veren alimler bile, net bir ispat değilde kendi tecrübeleri ve sezgilerini sana aktarabilir. Yani, Allah’ın verdiği sınırlı ilimlerle elde ettiklerini ancak sana verebilir. Mütefekkirlerin de yapmaya çalıştıkları ise, bu acziyet karşısın da bilinebilecek şeylerin, acizlikle beraber biline bilme sınırlarını keşiften başkada bir şey değil . Sınırlarını keşiften başka da bir şey değil düşüncesindeyim. Sadece sezgilerini ve tecrübelerini anlatarak zarfın içindekinin varlığını var olduğunu anlatamamaktır. İşte, şuur-ruh-dimağ-algı gibi konular zarfın içindeki mektuplardır. Mektupların varlığını bilsek de, mektuplar da ne yazdığını bilmemiz imkansızın da ötesinde bir şeydir. Bizim, şuur-algı-dimağ dediğimiz şey sadece kodlanmıştır ve bize bu kodların şifreleri verilmemiştir. Bu kodların şifrelerini yaratan ancak şifreleri çözecek olandır. Bize düşen de sadece şifreyi bilmek değil, kodlarımızın yol haritasına göre yaşamaktır.

Şuurun, ruhun, dimağın, algının varlığını bilebilmek, bir zarfla korunduğunu kavrayabilmek ve onlara verilen kodlamalara göre bile yaşayabilmek de ayrıca çok büyük bir meziyettir. Bu meziyetlerin içerisine giren bir kişi de zarfın içerisine giren bir kişide zarfın içini bilebildiği için, mektubun içeriğine tenezzül etmeden, mektubu götüren bir postacı gibi pekala şuurlu, algılı olarak yaşayabilir. Ruhu-şuuru, dimağ ve algıyı bu dereceye indirdiğimiz anda da, ruhu ve şuuru kör taassub bir kaderin elinden kurtarıp, onun tecrübe, ilim, peygamber ve kitapla, şifrelerini bozmadan kodlamalarına göre yaşanabileceğini de öğrenmiş oluruz.

İşte bu şekil bir yaşam tarzı da bizi akıllı ve mükellef olarak, yaşamanın gerçeklerine yani ruhun içerisin de kodlanmış olan şuur bilincine ve akıllı olmaya, aklın sayesinde de düşünmeye sevk edecektir ki o zaman bir beden de bir de ruh varlığı ile şuurlandıgımızı görüp algılayabileceğiz. Kısaca beden bir zarftır, ruh mektup, mektubu anlamakta şuur ve algıdır, dimağdır.

Selam ve dua ile...

Yazarın Diğer Yazıları