Mehmet Kaçar

MUTLAK İSLAM KARDEŞLİĞİ!..

Mehmet Kaçar

Hilafetin en son İstanbul’dan kaldırılmasıyla birlikte genel olarak İslam coğrafyası ve çok farklı açılardan Türkiye Müslümanlarının yada daha genel bir yaklaşımla Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan Müslümanların başları kesilmiş ve birbirlerinden koparılmış vücut organları gibi öteden beri hep can çekişmeye devam ede gelmiştir.

   Aslına bakacak olursak, bu günün Türkiye Müslümanları, İslam adına çok büyük çabalar vermiyor da değil. Aksine çok da çalışıyorlar. Muazzam harcamaları, infakları, sadakaları, harcamaları, sahada çalışmalarını sadece ve sadece Allah’ın rızasını kazanmak için yapıyorlar.

   Ne yazık ki bu çalışmalar, harcamalar, saha çalışmaları bir türlü eklemlenip de bir güç birliğine, bir kardeşlik bağına dönüştürülemiyor. Yani 100 yıl önce yakalandığı eklem romatizmal hastalığına çareler arasa da bulamıyor ve bir kardeşlik bağına dönüştürülemiyor. Oysa bir vücudu ayakta tutan ve organların çalışmasını sağlayan yegane organ eklemlerimizdir. Bu eklem kopukluğundan da haçlı zihniyeti yararlanmaya yüz yıldır devam ediyor. İşte bu nedenledir ki haçlı-hilal mücadelesi hep sürüp gelmiş ve haçın galip gibi görünmesinin nedeni de eklemlerin çalışmamasıdır.

    İşte bu nedenledir ki İslam coğrafyası yanlışı ve doğrusu ile hep hilafetin olması gerektiğini  ve bunun özlemini ve 1000 yıllık sağladığı kardeşlik birliğinin özlemini ve sağladığı birliği sembolikte olsa hep dile getirmeye devam ediyor ve bundan sonra da devam edilecektir.

   Çanakkale zaferlerinden sonra anlaşılan İngiliz İmparatorluğunun dikte ettirdiği ve kendi gözetimlerinde Türkiye Cumhuriyetini kurdurmaları ve bu cumhuriyet kurulurken, hilafetin kaldırılma şartını bilinçsizce şart koşmamışlar, aksine bir plan ve senaryo dahilinde dikte ettirmişlerdir. İngilizler hilafet gücünün ne anlama geldiğini çok çok iyi biliyorlardı. Kendilerinin dünya sömürgesi kurabilmelerinin önündeki en canlı, en güçlü engelin de Halifelik olduğunu çok iyi biliyorlardı. Hilafet kaldırılmalı ve arkasından da harf ınkılabı yapılıp, sarık ve cübbe yerin fötr getirilerek milletin geçmiş ile bağları koparılmalı idi.

    Bu gün haçlılar bir bütün olarak düşünmelerinin ve birlikte hareket edebilmelerinin en önemli ve en zirve de ki nedeni ise vatikan haçlı hilafet devletinin olduğunu biliyoruz.  Ne yazık ki Müslümanların el ele, dil dile ve gönül gönüle olabilmesini sağlayacak, kenetlenebilmelerinin önünü açabilecek en temel neden ise işte bu başsızlıktır. Her fırka her grup, her islam coğrafyası ise kendi başına bir baştır.

    Türkiye’nin durumu ise diğer İslam Ülkeleri coğrafyasına göre tamamen farklılık arz etmektedir. Çünkü hilafetin son temsil merkezi biz de yani İstanbul’da idi. Hilafetin elimizden alınması ile düştüğümüz şoktan ve travmalardan bir türlü şifayab olamadık. Bu illet nemenem bir illetse bir türlü bizi terk edip gitmedi. Bizleri yani tüm Müslüman ümmetini darmadağın eyledi. Bin yıllık bir birikim ve muazzam bir gelenek, kültür, medeniyet ve kardeşlik heba oldu, elimizden kayıp gitti, tarumar edildi ve geçmişle olan tüm bağlarımız koparıldı, eklemlerimiz kesildi. Tüm damarlarımız ve öncelikle de şah damarımız kesildikten sonrasında da, çok uzayan bir fetret döneminin hastalığına yakalandık. Bu dönemden sonra da doğal olarak her çaba diğerlerinden habersiz ve beslediği farklı kaynaklardan can alarak hayata tutunmaya başladı. Bu kopukluğun reçetesini yazan bir hekim hala bulunamadığı gibi, şifasını da hala bulabilmiş değiliz.

    İpini koparıp da betona düşürdüğümüz tespih in hala imamesini bulabilmiş değiliz. İmameyi bulduğumuz gün tespihi ipe yeniden dizebiliriz. Eklem ipimiz elimizde, boncuksuz gezdirmeye devam ediyoruz. İpe yeniden toplayamadığımız tespihin boncukların da, üzerine düştüğü betondan kaynaklanan farklılaşmalar görüldüğü için de onları yeniden eklem ipine insicamlı bir şekilde dizmeye çalışsak da dizebilmemiz mümkün olmuyor.

   Çünkü kiminin şekli bozulmuş, kiminin delikleri kapanmış. Kimi büyüyüp oburlaşmış, kimisi kırılıp, parçalanmış ve küçülmüştür.

   Çevremiz de ki, İslam anlayışlarına bir göz atacak olursak; birileri çaresizlikten kıvranırken, belirli bir fırkaya postu sermiş, evrad ü ezkardan başka bir şeyle meşgul değil ve bu yolla Marifetullah’a  ulaşma hedefindedir. Bu yola girmeyenlerin asal kurtulamayacaklarına inanmaktalar ve diğerlerini ötekileştirmektedirler. Hatta bu posta gelmeyenlerin yarın sırat köprüsünde ellerinden tutacak olanların olmayacağına inanmaktadırlar. Ve okuyan, düşünen, deney yapan, tıpla uğraşan, hadis, tefsi ve kelam ilimlerine yan gözle bakan ve hatta bu ilimlerle ve diğer ilimler ile uğraşan alimleri ise yoldan çıkmış bir fasık olarak görüp nitelemektedirler. Kendilerine serdirdikleri rahat şiltelerinin bozulmasından korkup serili durmasına çok özen göstermeleri ve bu düzenin bozulmaması için çok acaip ve garaip hikayeler uydurmaya devam etmektedirler.

   Bir başka grup da başımıza ne geldiyse cahillikten geldiğini görmüş, anlamış olsa da, kendi halinde ha bire okuyup yazıyor. Ama neyi nasıl okuyacaklarını, okuyup öğrendiklerin de nasıl uygulayacaklarını bilemiyorlar.

   Biraz daha yaşlı, kelli felli olanlar ise, bir asırlık sindirilmiş, özümsenmiş psikolojileri içerisin de etliye sütlüye karışmamayı eslem tarik olarak algılıyorlar, hareketli gençleri yoldan çıkmışlıkla, itaatsizlikle suçluyorlar. Bu nedendendir ki gençlerde onların varsa birikimlerinden yararlanmayı düşünmedikleri gibi, dinazorlar olarak görüyorlar.

    Heyecanlı ve dava adamı olarak yetişmiş gençler ise içlerinde ki cihat ruhu ve aşkı ile hareket ediyor, cihadın ne olduğunu, nasıl yürütüldüğünü, zamana ve zemine göre olması gereken şeklini ve araçlarını, kısaca Resûlüllah’ın(s.a.v) bu konuda ki seyr ü seferini bilip hesaba katmadan cihadı bir saldırganlık olarak görüyor, bir araya gelen her on kişi, karşıt gördüklerini hedef alıp cihat adına vurup kırmaya çalışıyor, kendileri gibi düşünmeyen ve aynı metotları kullanmayan ilim adamlarını pısırıklıkla suçluyorlar, hatta tekfir ediyorlar.

   Biraz ilim tahsili ile uğraşanlar ve akademisyen konumuna kadar yükselebilenler de cihat kelimesinden, sanki o hiç yokmuş gibi adeta korkup ürperiyorlar ve gençlere günümüzde cihat öyle değil böyle olur diye öğreteceklerine, başkalarının yaptığı gibi bu samimi, ama ne yapacağını bilmeyen gençleri bir de onlar “Cihat”cı gibi aşağılayıcı bir yaftayla azarlıyorlar, marjinalleştiriyorlar. Bir arada bulunması gereken heyecan ve ilim birbirinden uzaklaşıp, kopup gidiyor.

    Birileri de bu işlerin sadece akademik çabalarla çözümlenebileceğini sanıp, zamanımıza hiç bir katma değeri olmayan çalışmalarla ömür tüketiyor, yapılan, yaptırılan bilimsel tezlerin bu süreçte ümmete, ya da bütünüyle insanlığa ne kazandıracağının hesabı çok az yapılıyor. İlim bizatihi gaye haline geliyor, ‘ilim, ilim içindir’ anlayışını yerleştirmek için her türlü çabayı gösteriyorlar.

      Birileri de  hangi yolla ve kimin eliyle olursa olsun hakkın ortaya çıkmasına çalışacağına, yanına toparladığı sevenleriyle oluşturduğu fırkanın dağılmaması için,çeşitli kabüllerle düşüncelerini bir ideolojiye dönüştürüyor ve fırkasını canlı tutmak için,  kendi fırkası dışındaki herkese  ver yansın ediyor ve ötekileştiriyor.

   Bütün bu oluşumlar içerisinde elbette kötü niyetli olanlar da bulunabilir, ama bunların çoğunluğu samimidirler ve hakikatin ancak kendisi gibi olmakla bulunabileceğini sanmaktadırlar. Oysa bunların her biri belli oranlarda İslamın ana temellerinde var zaten.

   O halde ümmeti parçalanmaktan kurtaracak olan tek başına bir alim, bir oluşum asal değil, ulemadır, ulül-eimr’i de ancak onlar oluşturulacaklardır diyoruz.

    Onlar, bu birlikteliğin oluşmasını beceremiyorlarsa, demek ki iş, bir süre daha Müslüman bireylere düşecek ve İslam adına verecekleri kararlar da tek bir alime değil, güvendiği en az üç alime sorarak hattı harekatını tayin edecekler, kendi başlarına harekat etmeyecekler. Şimdilik baka çıkar yol yok, gözükmüyor.(Kaynak, Yeni Şafak Gazetesi, Prof.Dr. Faruk Beşer).

    Selam ve Dua ile!...

Yazarın Diğer Yazıları