
MÜSLÜMANLAR GEÇMİŞLE BARIŞMALI!..
Mehmet Kaçar
İslam dünyasın da teoride kısmen, pratikte daha açık seçik bir şekilde ortaya çıkan ve her biri de dinin doğru anlamını, hatta gerçeğini keşfettiği ye da temsil ettiğini ileri süren katı geçmişe bağlı, şia, siyasal islam, selefilik, modernizm, laiklik gibi birbirinden hayli farklı söylemlere sahip akımlari her geçen gün güçlenmeye devam ediyorlar.
Öte yandan İslam toplumlarında her biri hem İslam Akaidi hem de toplumsal huzur ve uyum açısından bir dizi problem içerebilen tarikat ve cemaat örgütlenmeleri ve diğer dini cemaatleşmeler, dini hayatın neredeyse gereği ve dindarlığın ayrılmaz bir parçası gibi görülmeye başlandı. Her bir İslam ülkesinde şahit olduğumuz bu farklılaşma, din adına çeşitlilik veya zenginleşme şöyle dursun; tam bir çekişme, iç kargaşa, savaşlar, alimleri hapse atmalar ise bir birlerini yok etme gerekçesi olarak işleniyor ve kullanılıyor.
İslami yaşanmış ve yeryüzüne inmiş bir din olarak tanıyabilmemiz için üç tane ayrı boyut olduğunu gözlemlemek mümkündür: Kur’an-ı Kerim, Sünnet ve dini gelenek(Hadisçiler)de büyük bir oranda önem arz eder duruma gelmektedir. Ama bu tutumu, gelenekçiler denilen hadisçileri putlaştırarak ya da yok sayarak(yani geleneği tamamen masum göstererek ya da tamamen düşman sayarak) değil de geleneği anlayarak, onların iç alemlerine vukufiyet kurarak, onları yenden keşfedip yorumlayarak ondan anlamlar çıkararak yapabileceğimiz gerçeğini de unutmamız gerekmektedir.
Geçmiş kuşakların geleneğini aynen bu günlere olduğu gibi aktararak çözüme ulaşabileceğimizi unutmak gerek. Ne var ki katı gelenekçilik tarihin ve hayatın akışkanlığını fark etmedi ve kendi gelenekçi anlayışını rafa kaldırıp, kutsallıklarla iç içe kalarak dokunulmaz bir hale dönüştü ve günümüz insanını adeta geleneği yok saymaya ya da inkar etmeye bir nevi mecbur bıraktı.
Diğer bir anlatımla katı gelenekçilik, yaşadığımız gerçekleri ve aradan geçen yüzyılları yok sayarak Müslümanların zihniyetini geçmiş asırlar da yaşamaya mahkum etti ve Müslümanları din adına dar bir sokağa sürüklediler. Bunun tam tersinde ise modernizm ve selefilik veya diğer adı ile de vehhabilik, bu haliyle işe yaramayacağını düşündüğü geleneği toptan inkar etme yoluna gittiler. Orta yere koskocaman bir de sünnet düşmanlığı çıkmış oldu.Geleneği(hadisçileri) tamamen yok sayarak kendi başına ve kendince yürümek istediği bir yol açtı ve esen bu rüzgarda etkisini ise son derece açık hale getirdi.
Şiilik ise tarihte kalması ve sadece ders alınması için bilinmesi gereken acı olaylar sonucu haklı nedenlerle ortaya çıkmış bir sinir harbinin din adına bu güne kadar haksız bir biçimde sürdürülmesi şeklinde gelişimini sürdürdü.
Bu gün bizler birbirlerimizin görüşlerine karşı hoş görülü olmayı yitirdik. Bunları yitirip birbirimize düşünce ve İslam kardeşliği, İman kardeşliği, Ümmet birliği ortadan kaldırılınca sadece terör, şiddet yanlıları değil hemen her türlü şer odakları, çıkar odakları özellikle de siyonizm ve emperyalizm adına çalışan gizli örgütler harekete geçip, kendilerine özgü dini bilgi ve akaid ve dini birliktelikler geliştirdiler. Bunları da yeşertme imkanını İslam topraklarında rahatça buldular.
Bu gün 60 yakın İslam ülkesi var. Bölünmüş ve hemen her biri bir birine düşman. Bunlar arasında parmaklarımızla sayabileceğimiz insanların huzur ve güven, adalet ve özgürlük içerisin de olduğu ve dünyaya bunu vadeden bir örnek İslam toplumu bulmakta zorlanıyoruz. Şu devlet ve toplum bunu sağlıyor dediğimiz bir ülke yok. İslam dünyasın da dini anlama ve yorumlama biçimleri artık çok seslilik ve din içi çoğulculuğun sınırlarını aşmış ve bir kargaşaya/ kaosa dönüşmüş durumdadır.
Din ile örgüt savaşları, din ile şiddet, hatta terör iç içe girmiş durumdadır. Bunları ayırmak ise bir hayli zor görünmektedir. Dini kavram ve değerler çeşitli grup ve oluşumlarca, hatta uluslararası nitelikte karanlık örgütlerce hoyratça istismar edilmekte. İslam esaslarına aykırı biçim de üretilen kutsallıklar ve dindar kesimlerin zihinlerini çelen dini değer istismarları sadece Kur’an ve Sünnet’in önüne perde olmakla ve İslam akidesine zarar vermekle kalmıyor; aynı zaman da da yeni nesilleri din konusunda yol ayırımına sürüklüyor, dış dünyada ki İslam algısını belirliyor, huzur ve güvenliğimizi de de çeşitli deprem ve zelzeleler yapıyorlar. İslam ülkeleri veya toplumların her birin de bu olumsuzluğun farklı ve çeşit çeşit örnekleri hiç eksik olmuyor.
Yukarıda özet olarak vermeye çalıştığımız konuları, olup bileni tanımlama adına bir tespit olarak söylemek durumundayız, yoksa günümüz İslam coğrafyasında bu dini akımların tezlerini yazan pek çok İslami olmayan üst akıllarının emri ile dini akımların teorilerini dini düşünce açısından tartışmaya açmak ve tutarlılık testine tabi tutmak için değil. Bu zaten çok anlamlı da görünmeyen bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Çünkü her birinin modern denilen dönemde yeni bir rol ve anlayışa doğru kaydırılması, derinlemesine olan teoride ki tartışmalar sonrası yapılmış bir tercih değil, harici(DEAŞ) olaylarına sevk edilmektedir. Bu duruma sevk edildiği yeni durumlardır ve yeni dini olmayan yorumlardır.
Aslında bütün bunlar, İslam coğrafyasını yakıp kavururken, hatırı sayılır ölçekte bir yer altına indirilmiş dini bilgi ve eğitimle karşı karşıya kaldığımızı da görmek zorundayız. Gerçekten de günümüz İslam dünyası bütün bu kutuplaşma ve ayrışmanın, ötekileştirmenin ya da tekfir etmenin acı sonuçlarını yaşarken bir yandan da ekonomiden hatta politikadan ödünç aldığı bir isimlendirme ile de “yer altına itilmiş bir din” sayılabilecek olan bir dini anlayışı da yaşamak zorunda kalmışlardır.
Bu gün “yer altı dinciliğin” üç, hatta dört yönünün olduğundan bahsetmek gerekmektedir. Günümüzde din hakkın da yapılan yorum ve ileri sürülen görüşler de “tek gerçek-tek doğru ve en güzel ideolojik tutumlar” söz sahibi olmaya başladı ve bu anlayış farklılıkları da İslam coğrafyasında din eğitiminde temel anlayış politikası oldu. Birey, kültür, çevre, sivil insiyatifler, sivil toplum kuruluşları, dini algımız da önemsizleşti, mütevazi konuşma dilini kaybettirdiler ve her konuşan İslam adına konuşmaya başladılar. Din adına ideolojik tahakküm aynı safta birlikte namaz kılan insanları birbirine düşürdü ve namaz cemaatinin saflarını bile ayrırıp düşman ettiler. Bu ayrışmalar da yine din adına ve dini delillerle yapıldı. Oysa İslamın tek bir gerçeği/doğru yorumunun hayata geçmesini dini bir görev olarak görmeyi de gerektirdi, din dili sivil ve hoşgörülü karakterini çoktan kaybetmiş oldu. İslam dünyasına dikkatle bakıldığında bu süreç ve dönüşüm net olarak görülmektedir. Mesela; günümüz selefiliğinin öne çıkan teorisi “Kur’an ve Sünnete dönmek” ise de bu söylem slogandan öteye geçmemekte, ve onların din adına “tek gerçekçi ve tahammülsüz” tutumu sıradan bir görüş ayrılığından öteye din adına teröre kadar varan bir dizi probleme yol açmaktadır.
Sadece şia kökeni olanlar değil, Sünni kökenli olan bazı kesimlerde de dini gelenekte bilginin bu sivil ortamla sıkı ilişki, içinde ki beşeri ve mütevazi karakterini göz ardı ederek dini hiyerarşi için de bir din söylemi geliştirdi. Böyle bir ortamı oluşturunca da din uleması, din adına konuşan, adeta “tanrı adına konuşan ruhban sınıfı gibi” Allah katın dan bilgiler getiren kimseler olarak tanıtıldı ve algılandı. Sonuçta da merdiven altında ya da yerin derinliklerin de üretilen bu bilgiler, dinin temel ahkamına değil de eski dönemlerin kitaplarında rast gele seçilmiş veya bağlarından ve bağlamından koparılmış iki satır ibareye veya falanca kişinin görüşüne dayandırılan fetvalar, kapalı kapılar ardında öne çıkan duygular, din adına kutsal bilgi olarak topluma servis edilmeye başladı.
Aykırı bulunan görüşlerin reform, sünnet veya hadis inkarcılığı, sapıklık/dalelet gibi etiketlerle saf dışı hatta tekfir edilmesi, Müslümanlar arasında öfke ve nefret tohumlarını yeşertmekten öte bir işe de yaramamıştır.
Selam ve Dua ile....