
İnsan mı toprak, toprak mı insan?
Mehmet Kaçar
Sürekli sorup dururlar, “yaşın kaç?” diye. Yaşım ya toprak yada toprak benim yaşımdır diye cevap vermeyi çok isterdim. İnsan salsal denen balçık çamurdan yaratılmıştır.
Bir bankaya, notere, trafiğe, vergi dairesine, askerlik dairesine, doğum, evlenme ve eğitim kurumlarına hayatınız boyunca kim bilir kaç defa gittiniz? Resmi ve özel iş yerlerine girerken kaç defa kimlik kontrolünden geçtiniz ve kimliğinize kapıda el konuldu. Ya da her defasında mecburiyetten göstermek zorunda kaldınız! Yahut ta şöyle bir kimlik görelim lafına alıştığınız için sizler otomatik olarak gösterdiniz veya göstermeyi hissettiniz!
Her zaman her yerde sizin kimliğinizi hep sordular durdular veya sormaya devam ediyorlar! Adınız, soyadınız, baba adınız, doğum tarihiniz vesaire ve saire…
Şu doğum tarihi neme nem bir şeyde böyle sorup duruyorlar dersiniz? Neden acaba bu kadar önemseniyor? O halde ne anlama geliyor bu doğum tarihi? Yahu ben yaşadım size ne kardeşim benim doğum tarihimden deme lüksüne de sahip olamıyoruz. Doğum tarihi benim olmasına rağmen sormadan edemiyorlar…
Yaş kaç hem şehrim? Tevellüt kaç hem şehrim? Ya hu kaçsa kaç sana ne demeyi dahi neredeyse yasak sayıyorlar. Belki ben söylemeyeceğim ama böyle bir lüksümüz dahi yok!..
Acaba bu işin aslı astarı ne? Bilen duyan gören var mı? Doğum günün bugün deyip yazılı bir belgeyi annenin eline tutuşturuyorlar. O tarih doğum günü kabul ediliyor!.. O belgeye göre al işte bu senin doğum tarihin deniliyor ve sen bunu yıllar sonra algılayıp öğreniyorsun? Acaba işin aslı bu mu?.. Biyoloji bilimini ele alarak hadiseye bakacak olursak, insanın dünyaya gelişinin hazırlığı anne yumurta’sının baba spermi tarafından döllendiği anda gerçekleşiyor. Gerçek yaş veya doğum günümüz işte bu an olmasın!
Son derece yüzeysel ve hatta kaba saba bir tanımlama bu! Üstelik pek bilimsel bir tarafı da yok! Neredeyse insanlık tarihi kadar eski ve bu böyle biliniyor. Bana göre bu da tam ve net bir veri değil!
20. İnci yüz yıla gelindiğinde bir erkeğin her sperminde kendi özelliklerini taşıyan 46 kromozon olduğunu tespit ettiklerini söylediler bizlere. Kadının yumurtasında annenin özelliklerini taşıyan aynı sayıda kromozon vardır. Bu durumu Peygamber (s.a.v) Efendimiz Peygamberliği zamanında bizlere haber vermiştir: Bir sahabenin zenci çocukları dünyaya gelince durumun açıklığa kavuşması için Efendimize başvurmuşlar ve o şöyle cevap vermiştir: Sarı develerin nasıl kızıl renkte yavruları oluyorsa, bir çocukta ya anne veya baba tarafından taşınan kromozonlar dan dolayı 7 dedesini genini alır. Sahabeye dönerek senin 7 atanın biri zenci imiş diyerek kadının doğurduğu çocuğun dedesine çekmiş olduğunu belirtmiştir.
Peki, nasıl oluyor da, bebeğin ilk oluşan hücresinde (embriyon) yine aynı sayıda 46 kromozonla karşılaşıyoruz? Bunun cevabı tabi ki biraz karmaşık bir durum. Çünkü anne ve babadan eşit sayıda gelen 23’er kromozon birleşerek insan hücresindeki 46 kromozonu tamamlıyor.
Sperm ve yumurtalar, ana ve babanın özelliklerinden yalnızca ‘rastgele’ yarısını alıp bebeğin kök hücresine taşıyabiliyorlar. Acaba bu rast gele bir şey mi? Yoksa bunu bir plan ve program dahilin de yönetip yaratan bir güç mü var?
İşte esas problem burada! 23 çift nasıl seçiliyor? Bu 23 çifti kim yönlendiriyor? Kim nerede, nasıl ve hangi aşamada ve hangi plan ve programa göre bu 23’leri ayıklayıp, bir gen basamağına diziveriyor? Bu belli değil gibi görünse de, yaratanın bir emri ile olduğu açık ve net değil mi?
Bu konuyu şansa, hatta bir kumara benzetip kumar gibi görüp olasılık hesapları üzerine dayandıranlar da çok dünyamızda. Tesadüfen diyenler zaten gırla gidiyor! Bunlar şunu iyi bilmeliler ki bilimde ‘rast gele veya tesadüf ‘ sözcükleri geçerliliklerini çoktan yitirmişlerdir.
Erkeklerin bir atımda ki sperm sayıları 400 milyon adet olduğunu dikkate alacak olursak, doğum hadisesini olağan üstü bir hadise olarak görür ve bunun bir ulu güç tarafından planlandığını anlıyoruz. Olağan üstü olarak nitelediğimiz bu zincirin, sadece bir halkası olarak düşünebiliriz. Çünkü gerek sperm içinde ve gerekse yumurta hücresinde ki merdiven şeklinde olan DNA molekülü var. İki DNA, ikiye bölünüp, yarı yarıya birleşerek 46’yı tamamlıyor. Öteki iki yarımı ise dışarıda kalıyor.
Bu aşamada doğan her çocuğun ecel çizgisi değimiz kaderi ortaya çıkıyor. Dünyaya gelecek olduğu, bir zaman dilimi içerisinde yaşayacak ve sonunda da mevta olacaktır. Her canlının planlanmasın da bu programa uymak vardır.
İşte düğümlenen nokta burada . Doğan, doğacak olan, dünyaya gelecek olan kimdir? Anne-babasının, hatta kendi isminin nüfus kütüğünde kayıtlı olması çok mu önemli? Hatta bebeğin hangi tarihte doğduğu çok mu önemli?
Ne zaman, nasıl ve nerede doğacak? Nasıl bir kişiliğe sahip olacak? Nasıl bir ömür sürecek? Ömrü içerisinde neler öğrenecek? Neye inanacak? Ne üretecek? Nasıl, nerde ve ne zaman ölecek?
Yetişkin bir insanda 100 trilyon adet hücre bulunur! Bu hücrelerin de yaşayabileceği bir ömrü vardır. Bedenimizde bir dakika da 300 000 adet hücre ölüyor. Bundan haberimiz bile olmuyor. Ama aynı anda dışarıdan aldığımız yiyecekler, ısı, ışık ve hava (oksijen) ile birleşerek bir kimya fabrikası gibi yaratılan vücudumuzda, müthiş bir şekilde yeniden yaratılıyor. Bu da şu demektir ki insan her dakika ölüp yeniden diriliyor yani yaratma işi her dakika yenileniyor. Bu katı besinler vücudumuzda çözümleniyor ve un ufak hale gelip atom ve molekül gruplarına ayrılıyor. Bu moleküller kan yolu ile erkeğe erkeklik, kadına kadınlık şekli veriyor. Her an eskiyip işlevini yitiren bu moleküller eskimeye o anda başlıyor ve bu hali ile hücrelere geliyor. İşte hastalıklarda burada başlıyor. Sağlıklı hücre elde edilemeyince vücut kendini hasta ediveriyor. Bu işlemler akıl almaz bir disiplin ve düzenle, eskimiş ve vücuttan atılacak olan hücrelerin yerine geçiyorlar.
İnsan vücudunun dörtte üçü sudan oluşur. Yani bedenimizdeki et, kemik, kan ve kas her ne varsa bunun % 75’i bildiğimiz su. “Biz her şeyi sudan yarattık” hükmü işte burada da geçerli bir vaziyet arz ediyor. Ayrıca insan vücudunda sudan gayrı demir, bakır gibi ağır metaller, minareler, altın, çinko, gümüş, alüminyum gibi sanayide kullanılan elementlerde vardır. Bütün bunların aslı esası, yani kaynağı nerden gelmektedir? Topraktan. Topraktan geldik yine toprağa döneceğiz. Zamanı gelince toprağa gideceğiz bu kesin. Ama her an topraktan yaratılmaya devam ettiğimiz ise daha kesin.
İnsan olarak bütün bedenimizi oluşturan bütün maden, metal ve elementlerin atomlardan kurulu olduğunu ve atomların da havada, suda ve toprakta bulunduğunu bildiğimize göre, anne karnında büyümekte olan bir insan yavrusunu besleyen kim? Annemi? Beni, sizi, herkesi, her şeyi besleyen kim? Besinler mi?
İlk bakışta evet der gibi olduğunuzu duyar gibiyim! Ama anneyi ve bizi besleyen kaynak, her ne ise döner dolaşır, eninde sonunda toprağa gelir, orada durur! O halde esas kaynak topraktır. Bütün sebze ve meyveler, çayır, çimenlerden beslenen kuzucuklar bir damla süt, bir kırıntı et üretmek için nasıl da durup dinlenmeden koşturup duruyorlar! Onlar insana koşmak, insanda sonlanmak ve insan olmak için tam bir yarış halinde değiller mi? Kâinattaki bütün varlıklar, görünen görünmeyen; duyulan duyulmayan her varlık, insana hücum ediyor, insana erişmek ve insandaki miracını insan bedeninde tamamlamak istemiyor mu?
Ve bütün bunları sağlayan, şu bildik toprak olduğunu hâlâ anlamıyor musunuz? Spermde topraktan, yumurtada topraktandır. Kanda, kemikte topraktandır. Kısaca insan kendisi de topraktır yoksa insan mı toprak, toprak mı insandır? Fi Emanillah!..