Mehmet Kaçar

GERİYE DOĞRU İLERİ!

Mehmet Kaçar

Batı Avrupa kıtası ve Amerika Birleşik Devletleri, bilgi ve hikmete, vahyi ve sezgiyi dışlayarak yalnızca akıl yolu ile, yaratılmış olan insanın ulaştığına, inanarak, insana ve aklı yoluyla ulaştığı bu bilgiye güven duyar. Avrupa kıtasının alimleri elde ettikleri bilgileri ilah yaparken, doğu ülkeleri(Asya-Çin-Rusya ve kolları) ise yaratana kafa tutmak ve kendini onun yerine yeryüzü krallığının ilahı olarak algılamak şeklinde, kendini yaratanın hazinesinden bilgi çalarak yine kendine mal etmek istemişlerdir.

Bu yaklaşım tarzı doğuya Asya’ya büyük bir korku salmıştır. Hem bilgi çalmak hem de yaratana bu bilgilerle isyan etmek ve yeryüzü ilahlık krallığını kurmak korkusu. Oysa yaratanın sırrına ortak olmak ve onun sırrına iştirak etmek ya da etmeye teşebbüs etmek şeytansı bir düşünce ve şeytanın yeryüzü krallığına eyalet olmak anlamına da gelir aynı zaman da. İnsanlaşmış şeytanların işi zaten bu değilmidir.

Oysa yaratan yarattıkları içerisin de akıl vererek ve halife olarak görevlendirdiği şerefli kıldığı insana aklın yanın da bir de cüzi irade (özgür irade ve bu irade seçme hakkı da ) verdi. Bir kişi eğer çok şeyler bilebiliyorsa biz aciz kulları aşmış ve bir üst makama, alimlik makamına terfi etmiş olur. Tabi ki bu durum, Hz. Adem(as)im örneğinde olduğu gibi bizim de nefsani duygularımıza ağır gelir.

Bir konu mütalaa edebilmek için konuşmak, ona anlam verebilmek rahatlatır bir insanı. Bazen tanımlamak, anlamak, yorumlamak, asabiyetimize de iyi gelir ve insanı da korkularından kurtarır. İşte batıda akılı ilahlaştırarak bilgiye ulaşma için verilen çabalar uğruna okumak hem de çok okumak, kıta Avrupa’sı için rahatlatıcı, hatta bazı durumlar da uyku ilacı gibi görülür. Yani uyku kaçırmaz ve rahatlatarak derin bir uyku çekmelerini sağlar. Ferahlık verir. İşte son yıllarda okuyarak uyuyun denmesinin arka planın da bu yatmaktadır.

Batılı emperyalist insan, bilgiye sadece aklıyla insanın kendisinin ulaştığına inanır ve kendisinin kazandığı bu bilgiye de çok güvenir. Doğu Asya insanı ise bilgilendikçe kendisinin ilahlaştığına ve şeytanın kurduğu yeryüzü krallığına itaat ederek kutsallaştığına inanarak, yaratıcısına kafa tutmaya başlar. Bu da yaratanın ona verdiği akıl ve bilgi hazinesinden çalmak anlamına gelir. Bu durum, doğuya bir korku salar. Bu korkunun bedeli ve nedeni vardır. Sırra ortak olmak ve sırra iştirak etmek ise şeytanların vesvesesidir. Biz insanız, çok bileni çok fazla sevmeyiz. Şeytan da Hz. Adem(as)i bu yüzden sevmemişti. Çünkü Adem(as) çok biliyor ve bilgi sahibiydi. Oysa Yüce yaratan biz insanoğluna cüz-i irade verip seçme hakkını da sundu. Eğer biri bizden biraz daha fazla bilgili ise bu işimize gelmez. Onu hakkında faset ve çekememe hastlığımız nükseder ve şeytanın vesvesesine mağlup oluveririz.

İnternet ağıyla da her kesin ayağına bilgi götürülmez. Bu şekilde bilgi sahibi olunsa da alim olunmaz. Yoksa böyle bir alimlik tatsız tuzsuz bir çorbaya döner.

Bilginin uzaklığına doğru yapılan seyahatlerde, tonlarca şey elde edilirdi hikmet adına. Mesela; eski Coğrafya kaşiflerini örnek alabiliriz bu konuyu açıklarken. Bir yerden bir yere giderlerken, köyleri, kasabaları, bitki örtülerinin, insan tiplerinin, mimarinin, dil ve din geçişlerinin, gözlemcisi oldular. Yemeklerden tadardı. Kültürler den yararlanırlardı. Düğün ve cenaze törenlerini, giyim-kuşamlarını, yaşam farklılıklarını gözlemlerler idiler. Bunların her birini hikmet için yaparlardı. Çünkü hikmet insan gibidir ve ruh, can ve bedeni vardı. Kuru bilgi teknoloji ve robot gibidir.

Bu çağda öyle değil artık. Ülkeden uçakla havalanıp bir kaç saatte hiç bir şey görmeden kutuplara kadar uçabiliyorsun. kutuplara vardığın da ise hiç bir şey görmediğin için halen kendi ülkenin bilgileri ile donanımlısındır. Orada yüzeysel bir kaç şeyi görüp dönüyorsun ve bütün bir medeniyeti yargılama hakkını elde ediyorsun.

İki kıta arasın da binlerce kilometre yol almışsın, ancak bir türkü bir ezgi bile dinlemeden, duymadan uçup gitmişsin. Yüksek hızın dairesin de bütün renklerin yok olup gittiğini ve tek renkte yol aldığını farketmişsindir. Oysa tabiatta her şey yumuşak, nazik ve naiftir. Nefrete ve öldürmeye izin verilmemiştir. Kilometrelerce yükseklikten yere inen yağmur tanesi normalinde düştüğü yaprağı delip geçmesi gerekirken, yağmur damlası ise yaprağı okşar, tozunu yıkar ve bir de onu besler. İşte bu tabiatın yumuşaklığını gösteren çok mükemmel bir örnektir. Tabiattaki bulunan bu kural her şeyin yumuşaklığı ilkesi yaratanın koyduğu bir kuraldır(sünnetullahtır). Dağcılık sporu yapan dağcılar bilir biraz tırmanır ve biraz geri inerler ki vücut dengeleri bozulmasın isterler. Yani şu bizim bidiğimiz mehter takımı gibi bir şey, üç ileri bir geri...

Sürekli tırmanıp ta geri adım atmayan dağcı ya da dalgıç ölür. Doğu Asya dedim de: Batılı dağcılar Himaliya dağlarına tırmanmak için giderler. Yerli halk sorar: Zirveye niçin çıkmak istiyorsunuz? batılı dağcılar, hayretle bakarak siz bu dağlara hiç tırmanmadınız mı diye sorar? Yerli: “Niye tırmanalım ki biz delimiyiz? diye cevap verrir. Aklımızdan bile geçirmedik . Eğer içimizden biri bunu yapmaya yeltenseydi, ona ne iş, ne de kız verirdik. Çünkü onun aklından şüphe ederdik.” der. Batılının yükseğe çıkma arzusu ve bunun için yaptığı hızlı uçaklar, füzeler ise bilgiyi elde edip yükseklere de hükmekmek ve ilahlığını ilan etme çabalarıdır. Şeytanın yeryüzü düzeninin temsilcisi olma, yani Firavunlaşma, Nemrutlaşma isteğidir.

Bir başka hadise ile biz de konuda ki yolculuğumuza devam edelim: Çin’de uçaktan inen batılılar, onlara uçağın ne olduğunu anlatmaya çalışırlarken şöyle diyorlar: “-Mesela buna binince beş yılda gidebileceğin en uzak mesefelere bir gecede ulaşabilirsin.” Çin’li de buna cevap teşkil edecek şekilde sorduğu soru ise çok ilginçtir: “- Peki o zaman bize arta kalan o beş yıllık boş vakitte biz nasıl vakit geçireceğiz?”.

Anlatmışken maden hadi bura da bir tane daha anlatı verelim: İngilizler, Hindistan da ki esirlere yüklerini taşıttırırlarken sürekli kırbaçlayıp acele etmeleri için bağırıp çağırıyorlardı. Ama doğunun insanı sakin adımlarla, huşu içinde yürüyen mübarekler hiç istiflerini bozmuyorlar. Sonunda İngiliz dayanamayıp neden onların acele etmediğini sormadan edemiyordu. Hintlinin verdiği cevap ise çok şaşırtıyordu İngiliz patronu. “-Eğer biz acele edersek ruhumuz arkada kalır ve biz ruhsuz ne yaparız sonra.”

Batı kafasına “hıza ve hızlı olmaya” takmıştır. Hızla tüketip, hızla buradan kaybolmak. Hatta bu bir araba yazısıdır, hızla ilgili, “Hızlı yaşa, hızlı öl ve ölün yakışıklı olsun.” Bilgiye hızla ulaşıp bu hızla dünya milletlerinin canını okumak...

Bilgi’den elde ettiği güçle, kan dökmek, göz yaşı akıtmak, beddua almak. Oysa bizde hız, günah, bilgi ise kutsaldır çünkü hikmettir. Bilginin yükünü herkes çekemez. Bilgi fedakar ve dayanıklı eşekler ister...

Bilgili insan, batılılar kendini beğenmiş, dik yürüyen adamlar ve kibirli gururlu kişilerdir. Oysa bizde bilgi boyun eğdiren, boyun büktüren bir etkiye sahiptir. Tıpkı meyve veren ağacın dallarını yere eğdirmesi gibi, boyunlar kırıktır, ağızlar suskundur. Suskunlukların da bilmenin uykusuzluğu yatar. Bilgi yükünde ezilir bükülür. İşte bu yüzden dünyanın hiç bir tımarhanesinde olmayan heykel, bizim Bakırköy Ruh ve Sinir hastalıkları hastanesi bahçesin de vardır. Bu heykel; Rodi’nin düşünen adam heykelinin ta kendisidir. Bu da tabi ki şu anlama gelir; “çok okur, çok düşünürsen delirsin” bu ne saçma değil mi?

“Düşü düşün.............. işin, oku oku itin.......,” düşünme ve okuma üzerine özlü sözlerimizin bile, İslamın “akletme ve düşünme emirlerine ne kadar ters. “Her taşın altında tanrının yumrukları vardır. Bu yumruklar da onu kaldırana, araştırana, çözmek isteyene iner. Nereye kadar öğreneceksin? Tanrıuı bulana kadar mı? Canı dayak isteyene ne diyeyeim? Siz bilirsiniz! Bütün doğu, bilginin büyük bir bela getirdiğini bilir ve böyle inananır. Tüm bilginin gerçek sahibinin tanrı olduğunu kabüllenerek köşeye çekilmelerin de huzurlu bir yaşam özlemi vardır.”

Tanrı, bir şeyi insanlardan saklıyorsa mutlaka bildiği bir şeyler vardır. Sakladığını kurcalamak ise zaten batılıyı doğurmuştur. Batılı insanın egoları, kendine tapınmaları, kendini beğenmişlik ve kendini özel hissetme duygulanımları onları tanrı ile karşı karşıya getirmiş ve kendilerini ilahlaştırmışlar, bu ilahlığın koruması için de şeytanın yeryüzü krallığını kurma sevdası için savalar çıkarmaktadırlar. Her icatlarında ve her yeni ürettiklerin de kan, göz yaşı ve beddua vardır. Yine her icatlarında yumruklarını havaya kaldırıp, çığlık atarak Yüce Yaradana karşı ilahlıklarının zaferini kutlamaktadırlar.

Doğulu bilge ise, sırra ulaştığında başını secdeye dayayıp diz çöker. Gözlerin den bir kaç damla şükür gözyaşı damlarken, bulduklarıyla tanrısal bilginin karşısında ne kadar aciz olduğunu yeniden anlar. Onun bulduğu tanrısal bilginin artıkları yada insana ihsan ettikleridir. İslamın bilgesi kendini önemsemez. Bilgi ona Yaratan tarafından akıtılmıştır. Kendisi sadece bir vesiledir, yani aracıdır.

Son kez , seçilmiş olduğuna şükreder ve işini yapar. Görevinin başındadır. Kötüyü çalışkan yapan korkusudur. Özellikle de tanrısal korkularıdır. Merhamet ise iyi insanları çoşturur.

Selam ve Dua ile....

 

Yazarın Diğer Yazıları