Mehmet Kaçar

'AKLIMIZI BAŞA ALMALI' AMA HANGİSİ?

Mehmet Kaçar

Hz. Adem(a.s)’dan bu yana pek çok insan ve ulus geldi geçti. Bu yürüyüşte her ulus hayata dair bir bakış ve duruş sahibi olmuştur. Dünya arzında boy gösteren milletlerden bazılarının dünya varlığı söndü ve esameleri silinip gitti. Bu uluslardan günümüze yalnızca meraklı bilim adamlarının araştırma malzemesi olan, oraya buraya kayıt ettikleri haberlerin sadece anısı vardır. Mesela Hititler bunlardan biridir. Babillerde öyle. Bazıları da bakış ve duruşunu kaybetmeyerek çağdan çağa, asırdan asıra taşımayı başarmışlardır. Böylece yeryüzüne kök salmışlardır. İşte tüm bu oluş ve bozuluşlar içerisinde ulusları farklı kılan, onlara farklı bir kültürel renk veren şeyin ne olduğu işin açıkçası çok da merak edilmedi. Bu hengâmede bizlere de tarih adına tatsız tuzsuz bir şekilde milletlerin takvimin hangi zaman diliminde ve haritanın neresinde parladığı, sonra da hangi tarihi kasırgaya tutulup söndükleri ezberletilip durdu. Aslına bakılırsa esas mesele ulusların karakterini belirleyici unsurların neler olduğuydu.
Bir milleti millet yapan etkenlerin en esaslısı, onun hayatı yorumlayışı ve tarihi macerasında karşılaştığı zorluklara verdiği en önemli olanı tepkisidir. Yani “kendi” aklıdır. O nedenle milletleri hayatı algılama biçiminden yakalamak, sosyal meselelerin çözümünde hem daha sağlam tespitler yapmamıza olanak verir hem de tarihi yeniden okuma adına daha keyifli bir araştırma sağlar. Bunun önemini fark eden Amerikalı mütefekkir Emerson şöyle bir tespitte bulunur: “Bir Mısırlıyı Romalıdan, Avusturalyalıyı Amerikalıdan ayırt eden şey sadece düşünceleridir. 
Hz. İsa’nın(a.s) Mesajını Helen dünyasının pağan öğretileri ve muharref Yahudi inancıyla harmanlayıp çarpıtarak Hristiyanlığı kuran St. Paul, bir mektubunda şöyle demektedir: “ Yahudiler doğaüstü belirtiler ister. Helenlerse bilgelik arar. Bu söz iki bin sene önce iki farklı millete de söz anlatabilmek için onların zihinsel önceliğini arayan St. Paul’un zekice bir tespitidir. Yine aynı şekilde Hz. Mevlana da tespit etmiş ve çok önemli bir sosyal ilkeyi Mesnevisi’nde şöyle dile getirmişti:” Memleketin neresi? Çünkü her memleket halkının ilacı başka başkadır.”
Ne var ki buna karşı denilebilir ki: “ İnsan her yerde insandır ve aklın yolu ise birdir.” İşte tam da burada cidden aklın yolu bir midir ya da milletlere özgü akıl olur mu olmaz mı, bakmak için tarihte kısa bir seyahat yapmakta fayda vardır.
İsviçre’nin Zürih kentinde bir kilise, görülecek mahkeme için bu kilisede tüm hazırlıklar tamam. Rahip kürsüye çıkıyor ve önündeki çıngırağını çalarak sanığı salona davet ediyor. Sanığın avukatı da yerini almış hazır bekliyor. Tam o sırada görevliler sanığı kilisenin içerisinde hazırlanmış mahkeme salonuna katıyorlar. Ama ortada bir tuhaflık var. Salona sokulan bir insan değil bir mayıs böceği. Peki neden bu böcek yargılanıyor? Mayıs böceği, çekirge, tarla faresi gibi hayvanlar ekinlere verdikleri zarardan dolayı çiftçileri yıldırmaktadırlar. Öfkelenen çiftçiler ilaçlama yerine bu zarar veren haşaratlardan hukuk önünde şikayetçi olurlar. Görevliler de bunlardan birini yakalayıp yargıç huzuruna çıkarırlar.
Bu işin ilginç yanı savcının mayıs böceğine verdiği zarardan ötürü ciddi ciddi suçlama yöneltmesi ve mahkemece tayin edilen bir avukatın da böceği ciddi ciddi savunmasıdır. Şikayetler ve savunma dinlenir, resmi zabıtlar tutulur. Zürihli rahip Felix Haemmerlin’in aktardığına göre sıkça tekrarlanan bu davaların birinde ceza alan mayıs böceği, İsviçre Chur Piskoposluğu tarafından hayvanın çocukluğu ve küçüklüğü dikkate alınarak üç kez bağışlanmıştır. Bu basit tarihi hadise pek de öyle akılcı bir tutum gibi görünmüyor. Ama aslında buradan okunması gereken başka bir nokta öne çıkıyor. O da “akıllı” olmakla “akılperest” olmak arasındaki fark.
batılı uluslar Rönesans’tan bu zamana kadar akıl işlettikleri için bunun meyvelerini bilim ve teknik gelişmeler olarak taçlandırmışlardır. İşte bu nokta açık bir şekilde gerçektir ve söylenecek de tek kelime yoktur. Ne var ki çarpık olan nokta insanın tüm varlığının ve melekelerinin saf aklın kulları haline getirilmesidir. Çünkü batı için aklın meşruiyeti bizatihi kendisidir. Peki sadece bir örnekle batı akılperestliği yargılanabilir mi? Ama mesele bu kadar da basit bir hadise değil zaten. Çünkü bu mahkemede sergilenen mantık bir süre sonra Batılı Milletlerde bir kartopunun çığa dönüşmesi gibi her yanı saracaktır. Çünkü mayıs böceğini hukuka uygun diye yargılayan zihin haritası, daha sonra John Locke’un ağzından “İnsan Beyazdır” önermesini de kuracaktır. Bu önermeyle başlayan sömürgecilik hamlesi ise Aztek, İnka ve Maya Kızılderilileri ile Avustralya Aborjinleri gibi beyaz olmayan insanların varlığını söküp atacaktır. Afrikalılara neler yaşattığı ise herkesçe zaten çok iyi bilinmektedir. 
Yine mayıs böceğini yargılayan akılperest davranış, Daewin’ce dile getirilen “Doğada zayıflar silinir güçlüler ayakta kalır.” önermesini de Nazilerin Almanya’sında kurduğu toplama kamplarında hayata geçirmiştir. Sovyet genetik bilimcisi Lysenko da akla dayanarak ve canlıların çevresel faktörlerin bir ürünü olduğunu iddia ederek; “Madem Hristiyan Rus Köylüsü SSCB eliyle bir Sovyet insanına dönüştürmeye gayret etmiştir ve neden bir” Sovyet buğdayı olmasın?” diyecektir. Hatta demekle de kalmayacak soğuk suda beklettiği buğdayları devlet eliyle götürüp Sibirya’nın soğuk düzlüklerine ektirecektir. Sonuç malum: kıtlık ve ölüm. Batı’nın kendisine pusula edindiği akılperestlik sonuçta akli gerekçesini bulmak kaydıyla her merhametsizliğe kapı açacak cinsten bir hal olmuştur.
Selametle!...

Yazarın Diğer Yazıları