
Zengin olmayı düşünürken verdiğin sadaka daha çok sevapdır
Mehmet Bina
Hz. Osman (r.a) malını Allah yolunda infak etmekle meşhurdur. Rahmet rüzgârları gibi her yöne hayır saçar, bir gün tasaddukta bulunur, ertesi gün köle âzâd eder, diğer gün fakir ve yoksulları doyurur, böylece vermek üzerine kurulu bir hayat yaşardı.
Bir gün bir zât Hz. Osman’a (r.a) gelerek şöyle dedi:
“–Ey mâl sâhibi zenginler! Bütün hayrı alıp götürdünüz; malınızdan tasaddukta bulunuyor, köle âzâd ediyor, hacca gidiyor ve infak ediyorsunuz!”
Hz. Osman (r.a):
“–Siz gerçekten bize gıpta ediyor musunuz?” diye sordu.
O zât:
“–Evet, vallahi size gıpta ediyoruz!” dedi.
Bu sefer Hz. Osman (r.a) şu cevâbı verdi:
“–Allah’a yemin ederim ki bir kimsenin zorluk çekerek infâk ettiği bir dirhem, çok malın bir kısmından infâk edilen on bin dirhemden daha hayırlıdır.” (Beyhakî, Şuab, III, 251)
Zaman olur az, çoğu geçer. İhlâsla, îsârla, sabır ve tahammülle verilen bir sadaka veya yapılan küçücük yardım, kolaylıkla yapılan nice büyük infak ve yardımlardan daha kıymetli olur, daha çok makbûle geçer.
Ebû Hüreyre (ra) şöyle dedi:
Resûlullah (sav)’e bir adam geldi ve şöyle dedi:
- Ey Allah’ın elçisi! Hangi sadakanın sevabı daha büyüktür?
Peygamberimiz (sav) de şöyle buyurdu:
- “Güçlü-kuvvetliyken, sıhhatin yerindeyken, cimriliğin üzerinde, fakir düşmekten endişe etmekteyken, daha büyük zengin olmayı düşlerken verdiğin sadakanın sevabı daha büyüktür. (Bu işi) can boğaza gelip de “falana şu kadar”, “filana bu kadar” demeye bırakma. Zaten o mal vârislerden şunun veya bunun olmuştur.” (Buhârî, Zekât 11)
Sevaptan başka herhangi bir karşılık beklemeden sırf iyilik niyetiyle yapılan hayır çeşitlerinin dinimizdeki ortak adı sadakadır. Sadaka denilince ilk anda aklımıza, çarşıda-pazarda dilenenlere verilen küçük maddî yardımlar gelir. Bunlar sadakanın yaygın fakat çok özel bir çeşididir. Aslında Allah rızâsı için yapılan her şey sadakadır. Güler yüz, tatlı sözden tutunuz da aile mutluluğuna katkıda bulunmak düşünce ve niyetiyle erkeğin sofrada hanımının ağzına uzatacağı bir kaşık çorbaya varıncaya kadar her şey sadakadır. Ancak hadîs-i şerîfteki sadakadan maksat, maddî iyiliktir.
Birtakım beşerî duygu ve düşünceler, sosyal ve iktisadî beklentiler, endişeler ve umutlar insanın iyilik yapmasını etkiler. Peygamber Efendimiz, işte bütün bu duyguların canlı ve diri olduğu sırada yapılan iyiliğin “en üstün sadaka” olduğunu belirtmektedir. İyilik yapmayı hayatın son demlerine bırakmanın doğru olmadığına dikkat çekmektedir. İyilikte acele davranmanın gereğine ve isabetine işaret etmektedir.
Şartlar zorlaştıkça duygular aleyhte yoğunlaştıkça yapılacak iş ve iyilik daha da kıymet kazanır. Hadisimiz en üstün sadakayı bu çerçevede tarif etmiştir. O halde hayırda ve hayırlı işlerde acele davranmak demek, bir anlamda bu tür amelleri en son âna tehir etmemek demektir. Ölümünden sonra hayır yapılmasını vasiyet etmek, hukukî bir müessese olarak bazı ihmallerin telâfisine imkân verse bile, “üstün” nitelikli bir iş yapmış olma anlamına gelmez. “Üstün” nitelikli ameller, bizzat yükümlüsü tarafından yerine getirilenlerdir. Başkalarının takdir ve merhametine havale edilenler değil... Bu yüzden kim ne iyilik yapacaksa, tam bir niyet ve irade ile yapmalıdır. “Ne verirsen elinle o gider seninle” sözü bu açıdan oldukça yerindedir. Geridekilerin geçmişleri adına yapacakları iyilikler, kendi iyilikleridir, geçmiştekilerin iyiliği değildir. O halde adımıza başkalarının yapacağı iyiliklere bel bağlamak yerine, bizzat kendimiz için nasıl bir iyiliği lâyık görüyorsak onu kendimiz yapmalıyız.
Sadaka ve iyiliklerin önündeki en büyük engel, “fakir düşme endişesidir.” Onu da insana telkin eden şeytandır. (Bakara sûresi (2), 268)
Hz.Ali ile Fatma validemiz arasında cereyan eden olay bize güzel bir örnektir.
Rivayetlere göre, Hz. Fatıma iştahsız olmuştu. Hz Ali Hz. Fatıma’nın yanına teşrif edip: “Ya Fatıma! Dünya tatlılarından gönlün ne istiyor?” diye sordu. Hazreti Fatıma: “Ya Ali, nar istiyorum” buyurdu. Hazreti Ali Efendimizin yanında hiç para yoktu. Uzun uzun düşündü. Sonra kalkıp çarşıya gitti. Biraz borç para aldı ve onunla bir nar satın aldı.
Eve giderken yol kenarına bırakılmış bir ihtiyar hasta gördü. Hazreti Ali Efendimiz o ihtiyara yaklaşıp:
“Gönlün ne istiyor?” diye sual buyurdu.
O da:
“Ya Ali! Beş gündür buraya atılmış duruyorum. İnsanlar geçip giderler. Kimse bana iltifat etmez. Benim canım nar istiyor.” Dedi.
Hazreti Ali Efendimiz düşündü. “Eğer bu elimdeki narı bu ihtiyara verirsem, Fatıma nar sız kalacak. Eğer buna vermezsem Cenabı Hakk’ın ayeti celilesine “Ve dilenciye gelince (onu) azarlama” (Duha 93.10) ve Resulüllah Efendimizin (Laa teruddüsseeile velev kene ale fersin) emirlerine muhalefet etmiş olurum” diye düşündü ve narı ihtiyara verdi, İhtiyar şifa buldu.
Hazreti Ali, Hz. Fatıma’dan haya ederek düşünceli bir şekilde hanei saadetine geldi. Hazreti Fatıma, Hazreti Ali Efendimizi görünce O’nu ayakta karşıladı. Narın hadisesini öğrenince: “Ya Ali! Sen üzülme; Allahu Teala’nın izzet ve celaline yemin ederim ki sen o ihtiyara o narı verdiğinde gönlümde, nara karşı olan iştah gitti” dedi. Hazreti Ali O’nun bu sözleri ile ferahladı, sevindi.
O anda bir kimse gelip Hazreti Fatıma’nın kapısını çaldı. Hazreti Ali Efendimiz: “Kimsin?” diye sual buyurduklarında: “Aç kapıyı ben Selman-ı Farisi’yim” diye ses geldi. Hz. Ali kalkıp kapıyı açtı ve Selman (ra) içeri girdi. Elinde üzeri mendille örtülü bir tabak vardı. O tabağı Hz. Ali’nin önüne koydu. Hz. Ali Efendimiz: “Bunu kim gönderdi?” Dedi. Hz. Selman: “Bunu Allah Teâlâ Hazretleri Resûllah’a gönderdi. Nebi Aleyhisselam da zatı şerifinize gönderdi” buyurdu.
Hz. Ali Efendimiz tabağın örtüsünü açtı. Baktı ki, tabakta dokuz tane nar var. Hz. Ali buyurdular ki:
“Yâ Selman! Bu getirdiğin bana olsa on olurdu. Çünkü Hakk Teâlâ: “Kim bir iyilik ile gelirse onun için on misli vardır” (En’am 6, 160) buyuruyor. Bu ise ona uymuyor. Buyurdular. Selman (r.a) tebessüm ederek, sakladığı bir narı da çıkarıp tabağa koydu. Ve: “Yâ Ali! Allah’a yemin ederim ki bu narlar on idi. Fakat ben seni tecrübe için bir tanesini saklamıştım” buyurdu.
Hadis-i Şeriflerden şunları anlıyoruz.
1. Hayatta, sıhhat ve âfiyette iken verilen sadaka, yapılan iyilik; hastalıkta ve hele hele ölüm döşeğinde yapılacak iyilikten üstündür.
2. Hayır işlerinde acele etmeli, işi yarınlara bırakmamalıdır.
3. Halkımızın ifadesiyle “elin ermediği, gözün görmediği” bir zamanda iyilik yapmaya kalkmak, isâbetli bir hareket değildir.
4. En faziletli tasadduk, mala bağlı ve bağımlı olduğumuz zaman yapılandır.
5. Şu kış gününde Doğalgaz, elektrik, su ve buna benzer borcu ve ihtiyacı olanları bulup zekâtlarımızı ve hayırlarımızı vermemiz daha uygun olur.
Rabbim sadakalarımızı, zekâtlarımızı kabul buyursun.