
Uhut Savaşı Ve Ashabı İkramın Kahramanlıkları (23 Mart 625)
Mehmet Bina
Peygamberimiz (sav) çeşitli vesilelerle Uhud’dan söz ettiği, “Uhud bizi sever, biz de Uhud’u severiz”, (Buhârî, “Meġāzî”, 27), Buyurduğu uhut savaşı, 23 Mart 625 tarihinde Müslümanlar ile Mekke'li müşrikler arasında, Medine yakınlarındaki Uhut dağında meydana gelmiştir.
Uhut dağı, Mescid-i Nebevî’ye yaklaşık 5 km. mesafede ve 8 km. uzunluğunda, yüksekliği de 720 metredir.
Hicretin 2. yılında (624) müslümanlarla Mekke'li müşrikler arasında cereyan eden Bedir savaşında ağır bir yenilgiye uğrayan müşrikler, intikam almak için hazırlık yapmaya başladılar ve 3000 kişilik bir ordu kurarak Uhut dağına kadar geldiler.
Müslüman ordusu ise mevcudu 1000'den, münafıkların ayrılmasıyla 700'e düşmüş bulunuyordu.
- Müslümanlar bu savaşta 70 şehid vermişti.
Uhud savaşı, müslümanlar için ders ve ibretle doludur.
Burada savaşın nasıl yapıldığı değil, Ashab-ı ikramın peygamberimize bu savaşta bağlılıklarından kusa örnekler vereceğiz.
Uhut savaşında, kadın sahabelerin de yardımı çok olmuştur.
On dört kadın sahabi yaralılara su vermek ve onların yaralarını tedavi etmek için yiyecek ve içecek yüklenerek Uhud'a gitmişlerdir. [İbn Hanbel, 1/165;
Nesîbe Hatun oğlu Abdullah'la beraber ailecek Uhud günü gösterdikleri fedakârlık ve kahramanlıkları dillere destan olmuştu. Nesibe Hatun kendisi şöyle anlatır:
“Uhud’a gitmiştim. Müslümanlar ne durumda bir bakayım dedim. Yanıma bir kırba su aldım Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin yanına kadar gittim. Galibiyet Müslümanlardaydı. Fakat çok geçmeden Kureyş okçuları tarafından etrafımız sarıldı. Allah Rasûlü’nün çevresinde şiddetli çarpışmalar oldu. Ona bir zarar gelmemesi için gözü önünde müşriklerle çarpışmaya başladım. Elime ne geçtiyse kılıçla, okla düşmanı Efendimiz’den uzaklaştırmaya çalıştım. Bu arada yaralandım. Rasûlullah (s.a.)’ın önünde ben, oğullarım ve kocam birlikte canlı kalkan olduk. Gelen oklara, hücumlara karşı vûcudumuzu siper ettik.
Rahmet Peygamberi Efendimiz benim yanımda kalkanımın bulunmadığını görünce ashaptan birine:
“Ey kalkan sahibi, kalkanını çarpışana bırak.” buyurdu. Ben o kalkanı alıp, kendimi korumaya başladım. Bir taraftan çarpışmaya devam ediyorduk.
Bir ara müşriklerden bir atlı bana doğru hücum etti. Onun saldırısını kalkanla savuşturup atının ayaklarına bir kılıç çaldım. At arka üstü yıkıldı. Düşmanın yere serildiğini gören İki Cihan Güneşi Efendimiz oğluma seslendi:
“Ey Ümmü Ümâre’nin oğlu! Annene bak!.. Annene yardıma koş!” buyurdu. Abdullah da hemen koştu ve annesinin düşmanı öldürmesine yardım etti.
Savaş devam ediyordu. Bir ara Abdullah da sol kolundan yaralandı. Şefkat Peygamberi Efendimiz ona da:
“Yaranı sar!” buyurdu. Bu sefer annesi oğlunun yanına koştu ve yarasını sardı. Sonra oğluna:
“Kalk yavrucuğum! Müşriklerle çarpışmaya devam et” dedi. Rahmet Peygamberi Efendimiz Nesîbe Hatun’un bu fedakârâne sözünü işitince:
“Ey Ümmü Ümâre! Senin katlandığın, dayanabildiğin şeye herkes katlanabilir, dayanabilir mi?” buyurarak iltifatta bulundu.
Ümmü Ümâre (r.anhâ)’nın oğlu hemen ayağa kalktı ve müşriklerle çarpışmaya başladı. Bir ara oğlunu yaralayan müşrik oradan geçiyordu. İki Cihan Güneşi Efendimiz annesine:
“İşte oğluna vuran!..” buyurdu.
Nesîbe Hatun derhal harekete geçti ve düşmana saldırdı. Bacaklarına indirdiği bir kılıç darbesiyle adamı yere devirdi. Efendimiz bu manzara karşısında ön dişleri görününceye kadar gülümsedi ve bu kahraman hanım sahâbîsine:
“Ey Ümmü Ümâre! Adamı perişan ettin!” iltifatında bulundu. Peşinden:
“Hamd olsun Allah’a ki, düşmanına muzaffer kılıp, gözünü aydın etti. Öcünü almayı sana gözünle gösterdi.” buyurdu.
Müşrikler her yandan saldırıyordu.
Bir ara iri yarı azılı bir müşrik olan İbni Kamia, İki Cihan Güneşi Efendimizin yanına kadar sokuldu. Mübarek yüzünü yaralayıp iki dişini şehid etti. İşte bu sırada Nesîbe Hatun bütün cesâret ve şecaatiyle bu bedbaht kişiye bir kaç kılıç darbesi savurdu. Fakat düşman iki zırhı üst üste giymişti. Bu sebeple vuruşları ona tesir etmedi. İbni Kamia müşriğinin kılıç darbesiyle Nesibe Hatun omuzundan yaralandı. Sahâbiler yetişip müşriği geri püskürttüler.
Rahmet ve şefkat peygamberi Efendimiz Nesibe Hatun’un yaralandığını görünce oğlu Abdullah’a: “Annenin yarasını sar!” buyurdu. Sonra bu bahtiyar âileye şu müjdeyi verdi:
“Ev halkınızı Allah mübarek kılsın, senin ve annenin makamı filan ve filanların makamından hayırlıdır. Allah sizin ailenize rahmet etsin.” buyurdu. Nesîbe Hatun bu müjdeleri duyunca Efendimize:
“Ya Rasûlallah! Duâ et de cennette sana komşu olalım” ricâsında bulundu Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimiz de hemen:
“Allah’ım! Bunları, cennette bana komşu ve arkadaş eyle!” diye duâ buyurdu. Nesibe hatun (Ümmü Ümâre r.anhâ) bu duâdan pek memnun oldu ve:
“Bu bana yeter! Artık dünyada ne musîbet gelirse gelsin! Hiç ehemmiyeti yok.” diyerek sevincini açığa vurdu. Yaralarının acısını duymaz oldu. İki Cihan Güneşi Efendimiz savaş sonrasında onun gösterdiği kahramanlığı ümmetine şöyle duyurdu:
“Uhud Günü ne zaman sağıma, soluma baksam beni korumak için çarpışan Nesîbe’yi görüyordum.” buyurdu.
Uhud günü Rasûlullah (s.a.)’in hep yanıbaşında çarpışan bu kahraman hanım sahâbî 12-13 yerinden yaralanmıştı. Bunların en ağırı omuzundan aldığı yaraydı. Bir yıl onun tedavîsi ile uğraştı.
Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimiz zaman zaman Nesîbe Hatun’un ailesine ziyarete giderdi.
Bir gün “geçmiş olsun” demek için varmıştı. Yarasının ne durumda olduğunu sordu. Bir müddet sohbet etti. Bu arada Nesîbe Hatun sofra hazırlayıp getirdi. Fakat kendisi sofraya oturmadı.
Efendimiz: “Gel! Sen de ye.” buyurdu. O da oruçlu olduğunu söyledi. Bunun üzerine Efendimiz:
“Bir oruçlunun yanında yemek yenildiği vakit, yemekten kalkasıya kadar, melekler oruçluya duâ ederler.” buyurdu.
Onun ibadete gösterdiği hassasiyetten memnun oldu.
Uhud savaşında, azılı müşriklerden Abdullah bin Hüneyd, Peygamberimizi görünce atını mahmuzladı. Kendisi tepeden tırnağa silahlı ve zırhlar içerisinde olup, başında da miğfer vardı. "Ben Züheyr‘in oğluyum. Bana Muhammed‘i gösteriniz. Ya ben O‘nu öldürürüm yahut onun yanında ölürüm" diye haykırıyordu.
Ebu Dücâne, hemen onun karşısına çıkarak, Abdullah bin Hüneyd‘in atının bacaklarına bir kılıç vurdu. Atın ayakları çökünce kılıcını kaldırdı, bir vuruşta onu cehenneme gönderdi.
Peygamber efendimiz bu olanları görüyordu ve buyurdu ki: " Allah‘ım, Ebu Dücâne‘den ben nasıl razı isem, Sen de razı ol."
Harp esnâsında Yahûdî âlimlerinden Muhayrık Müslüman oldu. O, Peygamber Efendimiz’i Tevrât’ta anlatılan sıfatlarıyla çok iyi tanırdı. İlmen bulduğu hakîkati Uhud’a kadar açıklayamamıştı. Âlemlerin Efendisi Uhud Savaşı’na çıktığı zaman yahûdîlere:
“–Ey yahûdî cemaati! Vallâhi siz Muhammed’in peygamber olduğunu ve O’na yardım etmeniz gerektiğini pekâlâ biliyorsunuz!” dedi. Yahûdîler:
“–Bugün cumartesi günüdür; hiçbir şeyle uğraşılmaz!” dediler. Muhayrık:
“–Sizin için cumartesi diye bir şey yoktur!” dedi. Kılıcını ve ihtiyaç duyduğu malzemeleri yanına alıp akrabâlarından birisine:
“–Eğer bugün öldürülürsem bütün mal varlığım Muhammed’indir. O, Allâh’ın gösterdiği şekilde onları kullanır!” diyerek vasiyette bulundu. Uhud’a savaşmaya gitti ve şehîd oldu. Bıraktığı yedi hurma bahçesini Peygamberimiz (sav) teslîm alıp vakfetti ve:
“–Muhayrık, Yahûdîlerin en hayırlısıdır!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, III, 38)
Kuzman adlı bir Medîneli, savaşta yedi kişiyi öldürmüş, kendisi de ağır bir yara alarak ölmüştü. Buna rağmen Allâh Resûlü (sav)
“–Kuzman cehennemliktir!” buyurdu. Çünkü o, son nefesinde kendisine:
“−Şehîdliğin mübârek olsun ey Kuzman!” diyen Katâde bin Nûmân’a:
“–Ben kabîlem için savaştım; şehîdlik için değil!” demiş ve kılıcıyla damarını keserek intiharla canına kıymıştı. (Vâkıdî, I, 263)
Kabîlesinin İslâm’a girmesine önce îtirâz eden sonra da pişman olan Usayram, tepeden tırnağa silâhlanmış bir hâlde Peygamberimiz (sav)' e geldi ve:
“–Yâ Resûlallâh! Sizinle birlikte önce savaşa mı katılayım, yoksa müslüman mı olayım?” dedi. Resûl-i Ekrem:
“–Önce müslüman ol, sonra savaş!” buyurdu. Bunun üzerine Usayram müslüman oldu, sonra savaştı ve şehîd oldu. Resûlullâh:
“–Az çalıştı, fakat çok kazandı!” buyurdu. (Buhârî, Cihâd, 13; Müslim, İmâre, 144)
Yaralıların arasında yatarken, kendisine meraklı nazarlarla bakanlara son nefesinde:
“–Ben Müslüman olmak için geldim. Allâh ve Resûlü uğrunda çarpıştım ve yaralandım!” diyordu. Ebû Hüreyre, bu zâtı bir bilmece gibi sahâbîlere sorar:
“–Bana söyleyin bakalım, hayâtında bir kere bile namaz kılmadan cennete giren kişi kimdir?” derdi. İnsanlar cevâbını bilemez, kendisinin söylemesini isterlerdi. Ebû Hüreyre de:
“–O, Usayram, yâni Amr bin Sâbit’tir!” derdi. (İbn-i Hişâm, III, 39-40; Vâkıdî, I, 262)
Savaş esnâsında Abdullâh bin Cahş’ın kılıcı kırılmıştı. Peygamberimiz (sav), ona bir hurma dalı verdi. Hurma dalı Abdullâh’ın elinde bir kılıç oluverdi. Abdullâh bin cahş, şehîd oluncaya kadar bu kılıcı kullandı.
Peygamber Efendimiz, Sa’d bin Rebî’yi savaş esnasında göremedi ve ne durumda olduğunu öğrenmesi için ashâbından birini harp meydanına gönderdi. Sahâbî, Sa’d’ı ne kadar aradıysa da bulamadı, ne kadar seslendiyse de cevap alamadı. Nihâyet son bir ümitle:
“−Ey Sa’d! Beni Rasûlullâh gönderdi. Allâh Rasûlü, senin diriler arasında mı, yoksa şehîdler arasında mı bulunduğunu kendisine haber vermemi emretti!” diye yaralı ve şehîdlerin bulunduğu tarafa doğru seslendi.
O sırada son anlarını yaşayan ve cevap verecek mecâli kalmamış olan Sa’d, kendisini Allâh Rasûlü’nün merak ettiğini duyunca bütün gücünü toplayarak cılız bir inilti hâlinde:
“−Ben, artık ölüler arasındayım!” diyebildi.
Belli ki artık öteleri seyrediyordu. Sahâbî, Sa’d’ın yanına koştu. Onu, vücûdu kılıç darbeleriyle delik-deşik olmuş bir vaziyette buldu. Ve ondan ancak fısıltı hâlindeki kısık bir sesle şu müthiş sözleri işitti:
“−Vallâhi gözleriniz kımıldadığı müddetçe, Hazret-i Peygamber’i düşmanlardan korumaz da başına bir musîbet gelmesine sebep olursanız, sizin için Allâh katında ileri sürülebilecek hiçbir mâzeret yoktur!” (Muvatta, Cihâd, 4)
Sa’d bin Rebî, ümmete âdeta bir vasiyet mâhiyetindeki bu sözleriyle fânî hayâta vedâ etti.
Rabbim şefaatlarına nail eylesin.