Mehmet Bina

Müslüman edepli olmalı

Mehmet Bina

Edep kelimesi, âdâbdan türetilmiştir, yani âdâb kelimesinin asıl tekili de’b olmakla birlikte zamanla Araplar de’bi unutarak onun yerine aynı anlamda edebi kullanmışlardır.

- Peygamberimiz (sav)’in, çeşitli kabilelerin lehçelerini nasıl anlayabildiği şeklindeki bir soruya karşılık, “Beni rabbim eğitti (eddebenî) ve eğitimimi (te’dîbî) en iyi şekilde yaptı” anlamındaki hadisinde te’dîb kelimesi “eğitme, bilgilendirme” karşılığı olarak kullanılmıştır.

-Ebû Zeyd el-Ensârî Hz.leri, edebi, “söz veya hareket olarak takdire değer kabul edilen davranış tarzlarını uygulamak” şeklinde açıklamıştır.

-Edeb kelimesinin“ziyafete davet” anlamındaki edb veya “zarif ve edepli olmak” manasındaki edeb masdarından geldiği ifade edilir. Edeb kelimesinin anlamı sözlüklerde “iyi tutum, incelik ve kibarlık, terbiyeli olmak” biçiminde geçer.

Kısaca Edebî şöyle tarif edebiliriz, "Edep; akıl ve hikmete muvafık hareket edip, Cenab-ı Hakk’ın emrettiği gibi yaşamaktır." 

Hayâ ise, "utanma ve ar duygusu olup, utanç verici durumlardan sakınmak ve nefsin süfli arzularını terk etmektir".

-Bazı tasavvuf alimleri:

“Edep kelimesi, elif, dal ve be harfinden ibarettir. 

Elif, kişinin eline,  

de harfi kişinin diline, 

b harfi de beline sahip olmasına işaret eder.”

demişlerdir.  

*Eskiden evlerin ve işyerlerin duvarlarına “Edep Ya Hû!..” yazılı levhalar asılıyordu.

-Mesnevi'de geçen bir hikaye Edebi şöyle anlatır.

Musa (a.s) zamanında, İsrâil oğullarının rızkı gökten gelirdi. Bir zahmete ve sıkıntıya girmeden, Allah Tealanın lütfu kereminden beslenirlerdi.

Musa (a.s)’ın kavmi arasında bu ilahi yardımın kıymetini ve değerini bilmeyen cahiller çoktu. Bunlar, verilen nimetlere nankörlğk ederek,

”Biz toprakta yetişen soğan, sarımsak, mercimek gibi yeşilliklerden ve sebzelerden isteriz” dediler.

Yaptıkları bu edepsizlik, gökyüzünden gelen sofranın kesilmesine sebep oldu.

Ekmekleri gelmedi. Bıldırcın kuşunun etiyle kudret helvasını bulamaz oldular. Yemek ihtiyaçlarını karşılamak için toprağı işlemek zorunda kaldılar. Bahçe bellediler, tarla sürdüler, ekin ekip biçtiler. Yorgunlukları yanlarına kar kaldı.

Musa (a.s) bunlar için tekrar şefaatçi oldu. Rabbine niyazda bulundu. Keremi bol olan Allah, içinde çeşitli nimetlerin bulunduğu tabaklarla dolu sofrayı gökten indirdi.

Bu sefer Hz. Musa onlara yalvararak uyardı: ” Bu sofra devamlıdır. Yeryüzünden kalkmayacak ve eksilmeyecektir. Alemlerin Rabbi olan Allah’ın sofrasında aç gözlülük etmek, hırsa kapılmak nankörlüktür.”

Musa (a.s) sanki onları hiç uyarmamış gibi, bu edep yoksulu küstahlar, kendileri için gelen sofradan yemek aşırdılar. Dilenci karakterli görgüsüzlerin hırsı yüzünden bu ilahi rahmet kapısı kapandı.

Bizim örnek alacağımız hikayelerden birisi Şair Nâbi’nin hikayesidir.

-Şair Nâbi, Sultan 4. Mehmed döneminde hacca gitmek üzere bir kısım devlet erkanıyla birlikte yola çıkar. Kafile Medine-i Münevvereye yaklaşmış vakit gecedir. Kafile dinlenmek üzere uykuya dalar.  Efendimiz(sav)’e bir an önce kavuşma özlemiyle Nâbî’nin gözüne uyku girmemiştir. Kafiledeki bir paşa, ayaklarını kıbleye doğru uzatmış, uyumaktadır.

Hz. Peygamber(sav)’in beldesinde, edebe aykırı böyle bir gaflet hâlini bir türlü hazmedemeyen ve çok üzülen Nâbî, içinden gelen bir ilhamla kasidesini bir anda irticalen söyleyiverir.

“Sakın terk-i edebden kûy-ı Mahbûb-i Hudâ’dır bu/Nazargâh-i ilâhidir, Makam-ı Mustafâ’dır bu/…” diye devam eder.

Açıklaması şöyledir: “Burası Allah’ın sevgilisinin beldesidir. Cenâb-ı Hakk’ın nazar buyurduğu, Ravza-i Nebî’dir. Bu gökteki yeni ay, Bâbüsselâm kapısının yüreği yanık âşığıdır. Ayın kandili Cevzâ yıldızı bile ışığının nurunu ondan almaktadır. Burası, Allah (cc)’ın sevgilisinin ebedî istirahatgâhının, türbesinin bulunduğu yerdir ve fazilet bakımından Cenâb-ı Hakk’ın arşının bile üstündedir. Bu toprağın ziyasından, yokluğun karanlıkları ortadan kalktı. Bütün yaratılmışların görmeyen gözleri açıldı, çünkü bu toprak, gözlere şifa veren sürmedir. Bu dergâha edep ölçülerini gözeterek gir; çünkü burası meleklerin tavaf ettiği ve peygamberlerin tecelli ettiği bir yerdir.”

Kafile şafak vakti Medine-i Münevvere’ye girmektedir. Ravza-i Mutahhara’nın minarelerinden sabah ezanı okunmaktadır. Müezzin, ezanın ardından Türkçe bir kaside okumaya başlar. Nâbî, dikkat eder, okunan kendi şiiridir. Hemen minarenin kapısına koşar. Müezzine;

-“Allah aşkına, okuduğun bu kasideyi nereden öğrendin?” der.

Müezzin: “Bu gece rüyamda Efendimiz(sav)’i gördüm, bana: “Ya müezzin kalk yatma. Benim ümmetimden bana aşık bir zât benim kabrimi ziyarete geliyor. Muhabbetinden benim için şu kasideyi söylemiştir. İşte bu cümlelerle minareden onu istikbal et.’ Buyurdular. Ben de hemen kalktım. Peygamberimiz(sav)’in iltifatına mazhar olan aşık acaba kimdir diye düşünerek minareye koştum. Öğretildiği gibi okudum.” Der.

Nâbî, “Ümmetimden mi dedi?” diyerek sevincinden oracığa bayılıp düşer.

-Yine güzel bir örnek verecek olursak:

Horasan saray erkânından olan ve sultanın sofrasını hazırlayan bir kadın, sofraya yemek koyarken eğilir ve bir daha doğrulamaz.

Bunun üzerine sultanın hekimleri kadına bugünün tabiriyle "eklemlerinde romatizmal şişme" tanısı koyarlar. Sultan derhal kadının iyileştirilmesini emreder. Hekimler, uzun uğraşlar sonucu tedavi olarak; "Tedbir-i Nefsani" yani "Psikoterapi" ye başvururlar.

Kadına:

-Bize önce peçeni aç sonra da eteğini kaldır! derler.

Bu emir karşısında ne yapacağını şaşıran kadın, söylenilenleri yapar.

Yüzü ve bacakları bir anda açıkta kalıverir. Bu durumdan öyle utanır, öyle utanır ki bedeninde yüksek derecede bir ısınma vuku bulur.

Aniden yükselen bu ısı, eklemlerinde bulunan romatizmal sıvıyı çözecek kadar şiddetli olur.

Netice olarak kadıncağızın eklemlerinde oluşan şişme beden ısısının tesiri ile aniden iyileşir ve beli doğrulur."

Ne hatunlar varmış ki; tedavi niyetiyle bile olsa, örtüsü açılınca eklemlerindeki sıvılar çözülecek kadar edebe ve utanca sahiplermiş.

-Bayezid-i Bistami hazretlerine sevenlerinden birkaçı, "Filan şehirde âlim evliya bir zat var, ziyaret edelim" diye ısrar ettiler. Sonunda bunları kırmamak için razı oldu, o zatı görmek için yola çıktılar. Nihayet o zatın bulunduğu şehre geldiler. Camiyi sorup, o yöne doğru yürüdüler. Tam camiye 200-300 metre kalmıştı ki o zatı caminin önünde gördüler. Hemen, "İşte efendim, o mübarek zat, şu gördüğümüz kimse" diye söylediler. O zat o anda yere tükürdü. Bunun üzerine Bayezid-i Bistami hazretleri "Geri dönüyoruz, görüşmeye lüzum kalmadı" dedi.

Sevenleri ısrar etti, "Efendim bunca yolu kat ettik, o mübarek zat da şu, görüşmeden nasıl geri döneriz" dediler. Fakat ısrarları fayda vermedi. Sevenleri yine "Âlim ve evliya zattır, bir görüşsek" diye ısrar edince,

Bistami hazretleri buyurdu ki:

"O kimse, evliya ve âlim olamaz. Kıble tarafına tükürdü. Bu adam Resulullaha karşı lazım olan edeplerden birini gözetmedi. Veli olmak için lazım olan edepleri de gözetemez. Hiçbir edepsiz Allahü teâlânın veli kulu, sevgili kulu olamamıştır.

Rabbim cümlemize edeple yaşamayı nasip etsin.

Yazarın Diğer Yazıları