Mehmet Bina

Bunca ayrılık yetmedi mi ya Bilâl?

Mehmet Bina

Hz. Bilâl, bir gece rüyasında Resûlullah Efendimiz’i gördü.

Sevgili Peygamberimiz kendisine adeta sitem ettiler;

“Bunca ayrılık yetmedi mi, Ya Bilâl?

Hala kabrimi ziyaret etmeyecek misin?”

Zavallı yüreği, duracak hale geldi.

Heyecan ve ter içinde uyandı.

Hemen hazırlığa başladı. Şafak sökerken, ince, uzun ve garip deveciğiyle; mübarek Medine yollarına düştü.

Biricik Efendisi’ne yaklaştıkça havayı kokluyor, taşları toprakları okşuyor ve gözyaşı döküyordu.

Issız çölleri yara yara Medine’ye ulaştı.

O’na rastlayanlar, selam veriyorlardı.

Sonra da yanındakilere diyorlardı ki;

- İşte Bilâl, Bilâl Habeşî, işte Hazreti Peygamberin müezzini.

O’nun gibi ezan okuyan, bu dünyaya gelmemiştir.

Fakat o, hiçbirini duymuyor, görmüyordu.

Sanki çok kuvvetli bir mıknatıs, onu kendisine çekiyordu.

Peygamber Efendimiz’in mübarek kabrine doğru ilerledi.

Yüce makama erişirken Kur’ân-ı Kerim okudu.

Son defa ezan okuyordu

En sonunda sevgilisinin kabrinin yanında bayılarak yıkıldı.

Ayıldığı zaman, başucunda, sevgilisinin sevgili torunları Hasan ve Hüseyin Hazretleri; saçlarını okşuyorlardı.

Sanki dünyalar onun oldu. Sarıldılar, kucaklaştılar, ağlaştılar; “Yavrularım!

Ne kadar da dedeniz

Hz. Resûlullah gibi kokuyorsunuz!” dedi.

Hz. Hasan sordu:

“Dedemiz seni de çok severdi.

Acaba O’nun hatırı için, bir şey istesek yapar mısın?” Hz. Bilâl çok şaşırdı;

“Bu ne biçim söz?

Bu kölenizden ne emredersiniz, yerine getiririm!”.

“Senden, bir defa da olsa ezan dinlemek istiyoruz. Ricamız sadece buydu.” dedi.

Ertesi sabah Bilâl Habeşî, son ezanını Mescid-i Nebevî’de okudu.

Yanık ve hasret dolu sesiyle; “Allahu Ekber! Allahu Ekber!” dediği zaman bütün Medine halkı ayağa kalktı.

“Eşhedu en lâ ilâhe illallah! Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” deyince kadın-erkek, genç-ihtiyar, çoluk-çocuk, hatta yataklarındaki hastalar bile, sokaklara döküldüler. Mescid-i Nebevi’ye koştular. Halk o kadar coştu ki, Peygamber Efendimiz yaşıyor sandılar.

O günden beri dünyada,

bir daha böyle bir ezan okunmadı.

Bilâl Habeşî Hazretleri de başka ezan okumadı.

Onlar, böylesine

Hz. Muhammed aşığı kimselerdi.

Onu canlarından öte seviyor, aziz hatırasına sahip çıkıyor, hayatlarının her karesinde onun getirdiği prensipleri yaşıyorlardı. Ya biz!?

ÖNDE OLANLAR HAREKETLERİNE DİKKAT EDECEKLER

Meşhur hikâyedir; anne yengeç yavrusuna:

“–Neden böyle yan yan yürüyorsun yavrum! Düzgün yürüsene!” der.

Yavrusu ise:

“–Peki anne! Önce sen önümde düzgünce yürü, ben seni takip ederim.” karşılığını verir.

Bu hakikat, küçücük bir aile yuvasında olduğu gibi cemiyet hayatında ve devlet idaresinde de geçerlidir. Tarih bunun sayısız misalleri ile doludur.

Meselâ adâlet, doğruluk ve istikâmetiyle “beşinci halife” namıyla yâd edilen Ömer bin Abdülaziz’den önce hüküm süren iki Emevî hükümdarından biri, lüks binalara meraklıydı. Onun devrinde insanlar da ondan emsal alarak emlâk ve bina merakına düştüler. Meclislerde ve mahfillerde devamlı dünya metalarından bahsedilir oldu. İnsanlar birbirlerine güç gösterisi yapmak meyliyle süslü evler ve köşkler yaptırmakta yarışarak israf musibetine duçar oldular. Bir diğer hükümdar ise yiyip içmeye, harem hayatına ve eğlenceye düşkün biriydi. Onun zamanındaki insanlar da yeme-içme, eğlence ve hevâ-hevesleriyle vakitlerini israf ederlerdi.

Ömer bin Abdülazîz ise takvâ sâhibi, âbid ve zâhid bir mü’mindi. Onun döneminde halk, ibadet, tâat ve infakta yarışır hâlde idi. Meclislerde; “Bu gece evrâdın ne idi, Kur’ân-ı Kerîm’den kaç âyet hıfzettin, bu ay kaç gün oruç tuttun, ne kadar infakta bulundun?” gibi ifadelerle sohbet ederlerdi. Böylece insanlar birbirlerine nasihat edip hayra teşvik ederlerdi.[1] Yine Ömer bin Abdülaziz’in iki buçuk yıllık kısa, fakat bereketli ve adâletli iktidârı döneminde insanlar zekât ve sadakalarına ihtimam göstermişler ve tarihte ilk defa şahit olunan bir şekilde, zenginler zekât verecek fakir bulamamışlardır.[2]

O hâlde herhangi bir şekilde insanların önünde bulunan kimseler ve bilhassa idareciler, amellerine ve gönüllerindeki temâyüllere daha fazla dikkat etmek zorundadırlar. Çünkü onların en küçük bir zaaf ve hatası, katlanarak büyümekte ve toplumu çepeçevre kuşatan bir girdap hâline gelmektedir.

Bir gün Ebû Hanîfe Hazretleri çamurda yürüyen bir çocuğa rastlamıştı. Ona merhamet ve şefkatle tebessüm ederek:

“Evlâdım, dikkat et de düşmeyesin!” dedi.

Çocuk da, zekâ ve basiret parlayan gözleriyle İmâm’a döndü ve kendisinden pek de beklenmeyecek şu ibretli mukabelede bulundu:

“Ey İmâm! Benim düşmem basittir, düşersem yalnız ben zarar görürüm. Fakat asıl siz dikkatli olunuz. Zîrâ eğer sizin ayağınız kayacak olursa, size tâbî olup peşinizden gelenlerin de ayağı kayar ve düşerler ki, bunların hepsini kaldırmak oldukça zordur.”

Çocuğun sözlerine hayran kalan İmam, nemli gözlerle talebelerine döndü ve:

“Şâyet bir meselede size daha kuvvetli bir delil ulaşırsa, o hususta bana tâbî olmayınız. İslâm’da kemâlin alâmeti budur. Bana olan sevgi ve bağlılığınız da ancak bu şekilde ortaya çıkar…” buyurdu.

Yazarın Diğer Yazıları