Memlekatın Takımı
Mehmet Baykan
Dutlar olmaya başlamıştı yavaş yavaş. Gerçi çok da dut ağacı kalmamıştı ama, birisi havuzun başında diğeri evin arkasında, iki ağaç tam olgunluğa ulaştığında bal tadında dut veriyordu. Hele evin ardındaki ağacın meyvesi, Çaybaşı’na kanalizasyon gelmeden önce artezyen çukuru olarak kullanılan kuyuya yakın olmasından mıdır bilinmez bir başka olurdu.
Günlerden pazar, vakit öğleye yaklaşıyordu. Aklı, evleri kendi evinin az ötesindeki aynı binada olan iki torunundaydı “Amma yatırlardır daha” diye düşündü. “İneyim bahçayı dolaşayım, ağaçlara bir bakayım” diye düşündü. Tek tük de olsa olmuş dutları silkeleyip torunlarına ikram edecekti. “Nasıl olsa kalktıklarında dedelerini görmeye gelirler, gelmezlerse ya giderim evlerine ya da çağırırım asma altına nasıl olsa bugün büyük gün” dedi kendi kendine.
Köşe başında bulunan üç dönüm bahçe, semtin en büyük mülklerinden olup bir tarafı boydan boya ilkokula komşuydu. Ne günleri yaşanmıştı burada. Daha doğrusu bir ömürleri burada geçmişti rahmetli ile. Ekmişler dikmişler, ilk zamanlar mahsulün geliri ile geçim sağlanmış, sonra aile kalabalıklaştıkça evlerin ihtiyaçlarına kullanılır olmuştu yetişen sebze meyveler.
Bahçeyi dolaşayım biraz diye karar verdi. İki katlı evinin tahta iç merdivenlerinden aşağı inerek yürümeye başladı. Toprak uyanmış ve bağrına vurulacak bel, balta darbelerini bekler hale gelmiş, ağaçlar çağlaya durmaya başlamıştı. Önce havuz başındaki, sonra evin ardındaki dut ağaçlarına baktı. Tek tük de olsa ermiş dutları elinde taşıdığı plastik kaba koyuyordu. “İlk olan dutları yemeyi hak ettiniz keratalar” dedi kendi kendine.
Yeterince topladığını düşünerek asmanın altına gidip oturdu ve beklemeye başladı.
Az sonra torunlardan birisi göründü. Öteden ona doğru geliyordu. “Ağabeyini de çağır beraber gelin” diye seslendi.
Geri dönen torun yanında iki yaş büyüğü ile birlikte gelip selam verip oturduklarında olan olacaktı. “Pirlonda’nın takımını şampiyon etmişsiniz. Aferim size memlekatın adını yücelttiniz” dedi. Dedi ama iki torun neye uğradıklarını şaşırdılar. Birisinin futbolcusu diğerinin yöneticisi olduğu Taşkentspor bir gün önce şampiyon olmuştu ve bu yüzden çok mutluydular ama futbolu hiç mi hiç sevmeyen dedelerinden bu aferini almak da bekledikleri bir şey değildi. Şaşkın şaşkın birbirlerine baktılar ve yarım ağız bir “sağ ol dede” diyebildiler ama küçük bir şok geçirdikleri her hallerinden belliydi.
“Şaşırdınız değil mi? Haklısınız, şaşkınlığınız da öyle ya çocukluğunuzdan beri ayağınızda top gördü mü kızan dedenizden bu aferimi beklememekte haklısınız” dedi ve başladı anlatmaya…
“Torosların bir dağ köyünden Konya’ya göç ettiğimizde elde avuçta üç beş kap kaçak, yatak yorgan ve sağlığımızdan başka hiçbir şeyimiz yoktu. Çalışmaktan başka da yapacağımız bir şey yoktu. Çok koştuk, çok çalıştık muhannete muhtaç olmadan elin birisi olabilmek için çok uğraştık. Dağlı dediler, horlandık ama vardığımız her yere hareket getirerek renk getirerek kendimizi kabul ettirdik. Ettirmesek ne yapacaktık? Barınamayıp ovada dağa geri dönmek ölüm demekti. Netekim dönenler de oldu ve dosta düşmana mahcup bir ömür sürdüler. Babalarınızı büyüttük, sizleri büyüttük bu günlere geldik. İşte bu goşuşturmaca içerisinde topu sevmeye vaktımız olmadı torunlarım.”
Sonra “Senin baban eyi topçuydu” dedi büyük torununa “Amma gönlümüz hafız olmasını istedi ve çok şükür oldu. Çocukluğunuzda asfaltta oynaşırken göz ucuyla seyrederdim sizi. Sen de eyi vururdun topa ama ben daha çok Çaybaşı tarafından Paşalı köprü tarafından gelecek arabalara bakardım çarpılmayın diye goçum.”
“Senin baban da çalışmaktan bakır döğmekten başka bir şey düşünemedi çocukluğunda” dedi diğerine...
Şaşkınlık yerini rahatlığı bol bir mutluluğa bırakmıştı. Kalkıp elini öpen çocukların alınlarından öptü ve eğilip sedirin altında sakladığı dut kabını çıkarttı. “Mevsimin ilk dutlarını sizin için topladım haydi bakalım hak ettiniz keratalar” deyip kabı önlerine koyunca neşeleri bir kat daha çoğalmıştı...