İnsanın Hiçlikten Sonsuzluğa Yolculuğu
Kerim Küçüksarı
Başlangıçta, evren bir sahne, yer ve gök ise bu sahnenin iki ebedi karakteri. İsimsiz, şekilsiz, hikâyesiz bir boşlukta, milyonlarca yıldır dönüp duran bu iki eski oyuncu, kendi varoluşlarını sessizce tasdik ediyor, evrenin derinliklerindeki sonsuz döngüleriyle deveran edip dönüyor. İnsan ise bu muazzam evrende adı dahi anılmayan, bir noktadan öteye geçemeyen bir hiç. Hiçbir şey olmadan, form veya hikâye barındırmayan bu varlığın, varlık sahnesine adım atması, ancak ve ancak ana rahmine düşüp şekil bulmasıyla mümkün oldu. Bu, sadece bir varoluş değil, aynı zamanda bir potansiyel ve amaç yüklemeyi de beraberinde getiren ilahi bir dokunuştu.
Bu dokunuşla, hiçlikten bir varlığa dönüşen insan, adını, kimliğini ve kaderini kazandı. Yaratılışın bu ilk ve en kritik adımı, onu sadece var eden bir süreç olmanın ötesine taşıdı; ona bir amaç, bir rol, bir yol ve yaşamak için bir neden sundu. İnsan, evrenin sonsuz boşluğunda, bir anda anlam yüklü bir özne haline geldi. İşte bu mucize, insanın yalnızca biyolojik bir varlık olmadığını, aynı zamanda kozmik bir hikâyenin de başrol oyuncusu olduğunu gözler önüne serdi. Bu yaratılış süreci, insanı sadece varlık düzlemine taşımakla kalmadı, aynı zamanda insanı potansiyelini gerçekleştirme yolunda ilerlemeye çağırdı.
İnsan, evrenin sonsuz döngüsünden sıyrılıp dünya sahnesine adım attığında, kendisine sunulan imkânlarla kendi dünyasını şekillendirmeye başladı. Ancak bu yaratılan dünya, bireysel çıkarların ve kısa vadeli hedeflerin gölgesinde yavaş yavaş deformasyona uğradı. Akıl ve vicdan ile donatılmış olan insan, hırsının ve bencil arzularının kurbanı olarak, zamanla başkalarının haklarını hiçe sayan bir varlığa dönüştü. İslam, bu noktada, bireyin hem dünya hem de ahiret bağlamındaki sorumluluklarını vurgular ve başkasının ve kamunun hakkını gasp etmek, inanç sistemimizin en büyük günahlarından biri olarak kabul edilir.
Ancak ne yazık ki, minberlerden, mihraplardan, kürsülerden yıllardır kabir azabı anlatıldı ve bu anlatı sonucunda insanda değişen tek şey ölüm korkusu oldu! Lakin insan sadece ölümden korktu, kul hakkı ve kamu hakkı da dâhil başka bir şeyden korkmadı. Kabir azabı yerine vicdan azabı anlatılsaydı kul hakkı yemekten korkan, erdemli bir toplum oluşturulabilirdi. Gerçek imanın kalp ile tasdik olduğu ve kalbin insanın en özgür alanı olduğu unutuldu. İnsan, sadece ölüm korkusuyla değil, adalet ve erdemlilikle donatıldığında gerçek potansiyeline ulaşabildiği ıskalandı. Eğer minberlerden, mihraplardan ve kürsülerden vicdan azabı, kul hakkı ve erdemli yaşamanın değeri anlatılsaydı, belki de bugün daha adil ve erdemli bir toplumda yaşıyor olacaktık.
Son olarak, Herkes ölüp gidiyor, bir biz mi kalacağız! Ha iki gün fazla, ha iki gün eksik yaşamışız ne önemi var! İsmimizi anacak olan son kişi de dünyamızdan göçüp gittiğinde, biz de bu dünya üzerinde hiç var olmamış gibi olacağız. Ateşe atılınca İbrahim olamazsak kül, toprağa atılırsak gül olacağız. Mühim olan yaşarken insan olabilmek! Adımızın kaç nesil hatırlanacağından çok, yaşarken sergilediğimiz davranışlardır önemli olan. Bu düşüncelerle, yaşamımız boyunca hem kalbimizle hem de aklımızla doğruyu yapma, adil ve erdemli bir toplum inşa etme gayretinde olmak. Bu, geçici dünya sahnesinde hayatımızın her anında insan olabilmek ve insanlığımızı korumaktır.