KİMLİĞİNİ YİTİRMİŞ MAHREMİYETLER
Huriye Gürbüz Türkoğlu
Günümüz modern teknolojisi yaşamın pek çok alanında sağladığı kolaylıklar ve bilgiye daha rahat ve hızlı erişilebilirlik noktasındaki faydalarının yanı sıra birtakım handikapları da beraberinde getirmektedir. Bu, bazen “sosyal medya” çatısı altındaki ağlara olan ilginin insanlar arasındaki iletişim ve etkileşime olan olumsuz etkisi olarak kendini gösterirken, bazen de bu yeni nesil web teknolojilerinin kullanımındaki aşırılıklardan kaynaklı, insan mahremiyetini yok eden uygulamaların tezahürü şeklinde ortaya çıkabilmektedir.
Evet, alışkanlıklarımızın değiştiği ve bilgi tüketiminin hızla arttığı günümüzde sosyal medya hesaplarını kullanmak artık bir zorunluluk olarak görülebilir; ancak insan davranışlarının/eylemlerinin her alanında olduğu gibi, bu sosyal medya ağlarını yönetme noktasında da itidali elden bırakmamak en makul yol olarak görünmektedir. Aksi halde, sosyal medyanın baskılayıcı gücü düşüncelerimize ipotek koymaya, davranışlarımızı ise ablukaya almaya devam edecektir.
Nitekim insanlar bu platformlarda, henüz neyi-ne için paylaşmaları gerektiğini düşünmeye dahi fırsat bulamadan kendilerini belli birtakım absürt paylaşımların içerisinde buluvermektedirler. Öte yandan, fayda ölçüsü gözetilmeksizin ve herhangi bir amaç kaygısı güdülmeden kullanılan hesaplar, gençleri adeta bir paylaşım çılgınlığı ve gayeden yoksun “akımlar zinciri” furyasına sürüklemektedir. Bunun sonucunda insanlara sürekli olarak “onun gibi olma”, “başkasına benzeme” düşüncesi empoze edilmekte olup, bu sosyal güdü de kişileri özgün olmaktan bir hayli uzaklaştırmaktadır. Bu doğrultuda kaçınılmaz olan kimlik karmaşası da beraberinde, toplumda mantar gibi türeyen “şablonlaşmış kişilikleri” getirmektedir.
İşte tam bu noktada da mahremiyetten ödün verilmeye başlanıyor aslında. “Herkes yapıyor, ben de yapmalıyım.” düşüncesiyle kendisini, değerleriyle örtüşüp örtüşmediğine bile bakmadan ve içeriğini araştırmadan yüzü sürekli yenilenen sosyal medya trendlerine uymak zorunda hisseden insanlar, mahremiyetlerinden taviz verip teşhircilik rüzgârının savurduğu yöne doğru savrulmaya mahkûm olmaktadırlar. Bu çerçevede, falancanın yaptığını taklit etmek pahasına kimliğini ve değer yargılarını bertaraf edip, kendi hayatına dair konularda kendisi dışındaki yetkisiz zihinlerden çıkan pervasız kalıpları adeta doktrinel bir söylem ve kanun koyucu bir kural kabul ederek mahremiyetlerini ihlal eden müptezel kişiliklerin bu fiilleri, kendilerini acizleştirmekten ve değersiz kılmaktan başka herhangi bir işe yaramamaktadır.
Zira en mahrem mekânlarımızdan olan yatak odalarının bile sözde ‘yarışma’ adı altında gösterişe alet edilip herkese teşhir edildiği, yok ‘gelin evi’ yok ‘damat bohçası’ gibi televizyon programlarının edep bağlamında insanları bugün getirdiği nokta gözler önündedir. Öte yandan, görsel ve işitsel medyada yer alan TV programlarının çoğunluğundaki ahlaki yozlaşmanın boyutlarından mevzu bahis etmeye ise zaten gerek yoktur. Görüldüğü gibi, gerek toplum gerekse birey olarak rahatlıkla gözden çıkarabildiğimiz mahremiyetimizin ardından geriye letafetimizden, zarafetimizden pek de bir şey kalmamaktadır.
Hâlbuki insan, değeri en başta kendine vermeli; mahremiyetimiz bizim önceliğimiz olmalı. Ne olursa olsun, yaşamımızda bize ait olan alanı, gizli hazinelerimizi yitirmemeyi kendimize şiar edinmeliyiz. Gerek çocuk gerekse yetişkin mahremiyeti olsun, hayatımızdaki herhangi bir alanda kaybettiğimiz mahremi değerlerimizin yaşamımızın diğer sahalarına da belli birtakım eksiklikler olarak sirayet edeceğini unutmamalıyız. Tabi bütün bunlar için öncesinde, herkes için mahremiyeti muhafaza etmeye niyet etmeli; akabinde de çakralarımızı açıp yola öyle devam etmeliyiz.
Ne dersiniz, sizce ortadan cismi kaybolup yalnızca ismi kalan mahremiyetimiz bize, çocuklarımıza, geleceğimize ve “biz” olmaya yeter mi?!..
Esenlikle…