Huriye Gürbüz Türkoğlu

DEĞER DİYE BİLDİKLERİMİZ

Huriye Gürbüz Türkoğlu

“Üstün ve yararlı nitelik, meziyet” demek olan değer; bir milletin sahip olduğu sosyal, kültürel, dini ve milli kıymetlerini kapsayan maddi ve manevi ögelerin bütünüdür. Bilindiği gibi insan, doğduğu andan itibaren kendini belirli değerlere sahip bir çevre içerisinde bulur ve gelişiminin her safhasında da toplumda hazır olarak bulduğu bu değerleri keşfederek davranışlarını bunlara göre yönlendirmeye başlar. Değerler bir insanın manevi yapısını meydana getirir; işte bunun için ulvi addedilirler. Öyleyse bir insan değerleriyle vardır ve tanınır, toplum içerisinde bir varlık ve itibar edinir, kendini ortaya koyar. Değersizlik, belli birtakım değerlere sahip olamama ya da bunları muhafaza edememe ise insanı bayağılaştırır ve davranışlarına da bir aleladelik verir.
Necip Fazıl da tiyatro türündeki ilk eseri olan “Tohum”da aile sevgisi, dayanışma, gelenek bilinci, misafirperverlik, vatanseverlik, fedakârlık ve sorumluluk gibi bireysel ve sosyal değerleri ön plana çıkararak zamanın emperyalist güçlerinin dayatmalarına karşın, Türk milletinin değerlerine tutunarak onlara nasıl başkaldırıp galip geldiğini etkin bir anlatımla aktarmak istemiştir. Nitekim sadece devrinin değil, sonraki dönemlerin de en büyük düşünürlerinden olan üstat, insanlığın değerlerine sarılmak suretiyle her türlü bozgun zihniyetin üstesinden gelebileceğinin bilincindedir.
Peki ya şimdi öyle mi? Farkında mıyız gerçekten değerlerimizin? Yeterince benimseyebiliyor muyuz onları yahut ne kadarını içselleştirebiliyoruz? Kaç tanesinin yaşantımızda tatbikini sağlayabiliyoruz değer yargılarımızın? Başımızı kaldırıp etrafımıza baktığımızda, bu sorulara son derece yetersiz cevaplar verebileceğimiz aşikâr gibi duruyor ne yazık ki.
İyi ama dinsel yönelimlerinin yanında tinsel öğretileri yönünden de değerler bağlamında zengin bir toplumda tüm bu yoksunluklardan bahsetmek biraz garip değil mi?.. Demek ki ya bizim değer tanımlamamızda bir problem var ya da değer diye bildiklerimizde bir yanlışlık mevcut.
İçinde yaşadığımız zamana ve topluma dönüp baktığımızda, toplumda artık yoğun bir şekilde baş gösteren ahlaki ve kültürel dejenerasyonun akabinde de değerlerdeki yozlaşmayı getirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Tabi bu gidişatta Batı’nın pervasız ahlak salınımlarının etkisinin büyük olduğu da yadsınamaz bir gerçekliktir.
Fakat bunun öncesinde, toplumdaki değer zafiyetinin ortaya çıkmasındaki birincil sebep olarak, insanların hâlihazırda zaten mevcut bulunan değer yargılarını görmezden gelmesi ve onları koruyup gözetme noktasında ihmalkâr davranması gelmektedir bence. Öyle ki her gün haber bültenlerinde olabildiğince karşımıza çıkan, insanların birbirlerini incir çekirdeğini doldurmayan basit nedenlerle hunharca katlettiği, dahası aralarında yakın akrabalık ilişkisi bulunan kimselerin dahi birbirlerinin cesetlerini son derece gamsız bir şekilde ve olağan bir tavırla parçalara ayırdığı haberleri, üstelik bizim bu haberlere 
mütemadiyen rastlıyor olmamız, maalesef toplumdaki değer tahribatının boyutlarının ne ölçüde olduğunu gözler önüne sermektedir.  
Hâlbuki biz, ihtiyacı olan bir yoksul ya da yolda kalmış bir kimse alıp kullansın, içinde bulunduğu zor durumdan kurtulsun diye sokak aralarındaki minik kutulara para ve altın koyan; haceti olan kişinin de buradan alıp kullandığı ve zamanı gelince de aldığı yere miktarınca parasını koyup iade ettiği; hırsızlık yapmak bir tarafa, o kutudan ihtiyacı olan miktarı meşru bir şekilde alırken dahi haya eden; bu kadar latif bir düşünce ve eşsiz bir erdem bilincine sahip olan Osmanlı’nın torunlarıydık; şimdi ne değişti? 
Zaten yapayalnız kalmış olduğu evinde tek gayesi hayatının geriye kalan günlerini kendince idame ettirebilmek olan yaşlı teyzenin elindeki 150 TL’sini çalacak, parmağındaki incecik nikâh yüzüğüne göz dikecek kadar ve hatta bu uğurda insan canına kıymaya yeltenecek derecede gözü dönmüş caniler hangi ara ve neden sonra türedi içimizden? Taciz, tecavüz söylemlerinin-haberlerinin zaten alıp başını gittiği, bu fecaat duyumlar karşısında artık her defasında aynı tepkiyi gösterememekten yakınır hale geldiğimiz ve kademe kademe duyarsızlaşmaktan da korkmaya başladığımız günümüzde, insan olarak var olmaktan çok da mutluluk duyduğumuz söylenemez açıkçası.
Görüldüğü üzere etrafımızdaki her şeyi olduğu gibi, değer yargılarımızı ve ahlaki kaygılarımızı da hızla tüketmekteyiz. Hani ağrıya (acıya) fazla duyarlı veya son derede dayanıksız olan kimseler için “ağrı eşiği düşük” tabirini kullanırız ya, işte günümüzde fazlaca tahammülsüzleşen ve bu hayata ne için insan olarak geldiğini unutup da çevresindeki tüm manaları ve değer yargılarını nankörlüğüyle suistimale uğratan insan yığınlarının da “hoşgörü eşiğinin düşük olduğu” kanaatindeyim.
Fakat bu bencillik batağında boğulan defolu kişiliklere, kalpleri ve beyinleri pas tutmuş, insan olmanın en önemli belirteci olan düşünme fiilini gerçekleştirmede dahi aciz kalan bu insan müsveddelerine meydanı bırakmamak ve onların yol açtığı değer zafiyetine son vermek, ancak değerlerimizi görünür yaptığımız eylemlerimizi çoğaltmakla mümkün görünmektedir.
Öte yandan artık okullarda öğrencilere verilen ve onların milli, manevi, dini ve kültürel değerleriyle tanışıp bunları yaşatmaları ve davranışa aktarmaları adına büyük önem ihtiva eden “Değerler Eğitimi” derslerinin müfredatlarda bulunması, gelecek nesiller adına ümitvar olmamızı sağlayan somut, güzel ve son derece sevindirici bir adımdır.
Çünkü çocuklarımıza “değerler” bağlamında verdiğimiz/kattığımız her bir şey, aslında ülkemizin ve milletimizin geleceği adına heybelerimize koyduğumuz birer azıktır. Nitekim değerler eğitiminin amacı da, bütün insanlığın sahip olduğu evrensel değerlere vurgu yaparak, iyi karakter örnekleri sergileyen, ahlaki değerlere sahip olan ve sorumluluk duygusu içinde hareket eden vatandaşlar ortaya çıkarmaktır. 
Bu çerçevede, yetişen her insanın yeni neslin oluşmasında toprağa atılan bir tohum olduğu bilinciyle ve çocuklarımızın bizim kişiliklerimizin birer izdüşümü olup gelecekte bizi 
temsil edecekleri gerçeğinden de hareketle, sahip olduğumuz değer yargılarını öncelikle davranışlarımızda uygulamak ve sonrasında ise çocuklarımıza öğretmek, bizler için kaçınılmaz bir görev olarak durmaktadır. 
Esenlikle…

Yazarın Diğer Yazıları