
KARANLIĞIN SON DEMİNDE KALDIRIMLAR…
Hakkı Balcı
Yeni bir yıl…
Yağmurla beslenen yeni bir gün…
İlk sabah, ilk seher ve karanlığın son demleri…
An itibari ile eskimiş bir ömrü sığdırdığım, birkaç yüz metrelik mesafede attığım her adımı ve bir ömrü kelimelere saydırdığım kaldırımlar…
Metal darbeleri ile şekillenmiş, aslı taş, nesli kaya, dağdan inme, sonradan görme kibir yükü granitlerden mütevellit tevazunun yer adresi kaldırımlar…
Sayılarla pek işim olmaz… Ne mana yüklenmemiş ruhsuz cümleler manidar bana, nede cümlelerin harcı kelimeler… Üzerinde yürürken manayı da kaldırımlara, ruhu da kaldırımlara yükledim bugün…
Riya yükü insanlığın manasızlaştırdığı, küstah postalların ruhsuz efendilerine sabreden sevgi yükleyip kalbimle okşadığım kaldırımlar…
Ayak tabanlarımın mızrap olup kırk numaralı vuruşlarına saz olan, bam telimden türküler çalan, ağıtların efendisi kaldırımlar…
Şartsız sevgilerin, sahte aşkların, çaresiz vakıaların, virane yüreklerin ücretsiz taşıyıcısı kaldırımlar…
Sonradan görme granitlerin terbiyecisi, derzleri hadsiz tükürüklere maruz, merhameti daim, nankör adımların tükenmez merhametlerin en sahih adresi kaldırımlar…
“Film şeridi gibi geçti gözümün önünden” diyenlerin gözden kaçırdıkları ve şehrin hafızasını taşıyan içinde binlerce ezberin barındığı melül bakışlı kaldırımlar…
Zemheri soğuğu yemiş yüzüne yağan yağmur tanelerinden çaldığım kaldırımlar... Dokundukça tende, gönülde vücut buldu ikram ettiğin rahmet taneleri… Aktı içime… Çocukluğuma kadar… Herşey ve herkesten haberdar nasır yüklü, çorap kokulu ayakların kahrına maruz garip kaldırımlar…
Kent sahteliğinin hiçbir argümanıyla örtüşmeyen yalnızların efendisi, kötülerinde, iyilerinde acımasızca ezip geçtiği canım kaldırımlar… Tek dostun seni ikibinbeşyüzellibir metreden süzen küpe dağı biliyorsun değil mi kaldırımlar…
Keşke konuşabilseydin… Dilin olaydı da; sabah sabah beni dinleyen seni zevkle dinleseydim… Sesini duyup, sözüne lal olsam ve hep sen konuşsan ben dinleseydim sır küpü kaldırımlar…
Yanaklarımdan süzüldükçe içime dolan, göz pınarlarımı depreştiren, ikram ettiğin yağmur taneleriyle açılan uykulu gözlerimi Gürlevik’e çeviren ruh kaldırımlar…
“Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık; / Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar. / İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;/ Biri benim, biri de serseri kaldırımlar…” diyen Şairler Sultanı Necip Fazıl duymasın bu satırları… Yürütmez üzerinde duygusuz, ruhsuz, çorap kokulu ayakları…
Ve kokuşmuş bir toplumun kulaklarıma vuran bencilliklerinden kaçışın son anları…
Çorak deniz suyunun tuzunda her gün boğulan yağmur suyumun çaresizliğine çare olamamanın acziyetine yanarken; son granit taşına basıp kaçıyorum senden…
İnsanlığı transistörlü radyoların içinde kalmış: tenzih ile kent bulaşığı insan kalabalığını sana, sabrına bırakıp gidiyorum bahtsız kaldırımlar…
Zirveye, dağlara, Toroslara bu kaçış…
Kimbilir; Merdümgirizlik bendeki belki de…
GÜNÜN SONU YAZININ ÖZÜ…
Konuşmuyor, anlatmıyor oluşuna bakıp hissetmiyor sanmayın… Kimisi içine atar çığlıklarını…