Faruk Gökbulut (Kul Kozâkî)

Yazık Oldu Türk Şiiri'ne!

Faruk Gökbulut (Kul Kozâkî)

Gerçekten de "Yazık Oldu Türk Şiirine". Şiir neydi? Nasıl yazılırdı? Usûl ve esasları nelerdi? Belirli bir düzen ve nizâmı var mıydı? Bütün bu soruların cevabını aramanın zamanı geldi de geçiyor bile...

Söze Attila İlhan'ın "Orhan Veli Kanık'ın 'Garip Hareketi'nin Türk şiirine yaptığı tahribâtın isabetli bir tenkidi ile başlayalım.

"Dönüp arkamıza bakınca 'Garip Hareketi'nin şiirimizdeki tahribâtını daha açık görmekteyiz. Türk şiiri geleneğe bağlı (geleneksel değil - sel, -sal takısından arınmış bir Türkçe için) sesini yenileyeceği yerde onu kaybetmiş; neredeyse 'çeviri şiir' kılığına girmiştir. Genç şâirlerin çoğu vezindir, kafiyedir, âhenktir, imgedir; şiirin altyapısını oluşturan bütün bu unsurları bilmiyorlar. Bir 'tekerleme(!)' bulup, iki de espriyle desteklediği zaman şiiri kurtardım sanıyor; dahası şiirin hiçbir çağrışım yükü taşımayan uydurma kelimelerle yazılması, buna özellikle dikkat edilmemesi yazılanın duyarlık ve etkileme gücünü azaltıyor. Velhâsılı, ülkemizde mizah nasıl dönüp dolaşıp 'sululuk' hâline gelmişse, şiir de öyle oldu. Ya kelime cambazlığı, ya alaycı tekerleme ya da söz soytarılığı düzeyine indirilmiştir; bunda elbette Garipçiler'in vebâli çok büyük. Yazık Oldu Türk Şiirine!.."

Söze "Garip Hareketi ya da Garipçiler veyâhut Birinci Yeniciler" ile devam edecek olursak; işin en garip tarafı kendilerine "Birinci Yeniciler" diyen bu zevat yani Orhan Veli Kanık, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday bir gün 'İkinci Yeniciler' isimli bir grup geldiğinde kendilerinin de eskimiş olacağını hiç düşündüler mi acep? Ayrıca eskiyen ne idi ki, kendilerini yenici olarak isimlendirdiler?.. Soruyorum size! Mâzisi bin yıllara dayanan ve kültür kökünü insanlık tarihinin en derinlerine salmış bir milletin şiiri mi eskiydi de onlar kendini "yeni(!)" olarak târif etti. Bütün bunlar Attila İlhan'ın da târifinde yer alan tahtibâtın "zehirli sarmaşık"tan farksız hâlidir, kanaatimce.

İşin bir başka gerçeğini ise manevî babam Bekir Sıtkı Erdoğan söyle anlatmıştı bana. "Ben Orhan Veli'lerle, Melih Cevdet'lerle aynı çağda yaşadım. Bugün kimse bana ezberden Orhan Veli ya da Melih Cevdet şiiri okuyamaz; fakat benim daha Harp Okulu yıllarında yazdığım "Hancı" şiirini bugün bir lise talebesi dahi ezberden okuyor." Buradan da anlaşılacağı üzere şâir, milletinin gönlünde mâkes bulmuşsa gerçek şâirdir. Çünkü gerçek şâir; şiar sahibidir ve nazmın nizâmına uygun hareket eder ve kelimeleri tıpkı uygun adım kararıyla yürüyen askerler misâli âhenk içerisinde hizaya dizer. Biz şâirler de buna nazım deriz.

Türk şiirinin usta kalemlerinden Faruk Nafiz Çamlıbel'in 1925 yılında "Türk Yurdu" Dergisi'nde yayınlanan 'Han Duvarları' şiiri Bekir Sıtkı Erdoğan'ın "Hancı" şiiriyle izdivaç edercesine bir araya geldiğinde gönül denen büyük yuvada kendilerine yer bulabiliyorken, bugün sözüm ona modern şiirde(!) kaç tane buna benzer birliktelik gösterilebilir?..

Yâni mesele, bir yenilik olsun ben de bunu yaptım safsatası ile izah edilemeyecek kadar derin ve ciddidir. Türk şiirinde yer etmiş köklü anlayışları reddedip, söyleyiş güzelliğini (A.İlhan tabiriyle söz soytarılığını) esas almak bir mârifet değil ve hiçbir zaman olmadı da... Bu isimler sadece ders kitaplarına bir hareket oluşturdukları için yazılı kaldı. Çünkü hareketleri "ters hareket" idi. Bence bu hareket "suyu tersine akıtmaya" çalışmaktan farksız bir hareket. Sanırım, bu düşüncemde çok haklıyım.

Bütün bunların ışığında her şiire İbrahim Sağırca başlamak gerektiği kanaatindeyim. Şöyle ki;

"Şâire hüzün gerek, şiire vezin gerek;
Şiir söylemek için Allah'tan izin gerek!"

Ben de hüznümü güzel bir vezin ve Allah'ın izni ile şöyle ifade edeyim Canlar;

ÇIKAR GELİR YÂR GİZLİ GİZLİ

Sevdiğinin sokağına habersiz;
Bir gece yarısı, var gizli gizli!
Sen sanırsın o herşeyden habersiz;
Birden çıkar gelir, yâr gizli gizli!..

Kaç kere yıkandın sevdâ selinde?!..
Yâr yanında yoksa ne var elinde?!..
Gözlerin kapalı yâr hayâlinde; 
Açıp kollarını, sar gizli gizli!

Yaralar mı insan, yâri diliyle?
Hele ki küser mi gonca gülüyle?
Bitip tükenmeden özlem miliyle;
Hasret fistanını, ör gizli gizli!

Haber ver o yâre kendi solundan;
Bir köşebaşında çevir yolundan!
Hafifçe yârinin tutup kolundan; 
Çekilip tenhâya, gör gizli gizli!

Sevdâyı vuslatla karamasan da;
Saçını elinle taramasan da; 
Bir kez olsun yâri saramasan da; 
Gül kokan mendili, ver gizli gizli!..

Bu aşkın borcunu peşin ödersen; 
Herşeyi onunla yalnız tadarsan;
Ömrünü yoluna verip adarsan;
Âşığım civandır, der gizli gizli!..

O mâhur gönlüne hüzün yağmasın; 
Saçlarına rüzgâr bile değmesin!
Aslâ darda kalıp başın eğmesin;
Belânın önünde, dur gizli gizli!

Leylâ'nın Mecnûn'a verdiği zarar;
İnsan hiç yârini çölde mi arar?
Bitmeyen özlemim sînemi sarar;
Dağlarıma yağar, kar gizli gizli!

Ne ağlarsın ey göz, sanki çeşmesin;
Dikkat et el gelip yaran deşmesin! 
Bir anda önüne gölgen düşmesin; 
O yârin izini, sür gizli gizli!

Sen cebelleşirken bin türlü dertle;
Kararır bulutlar hem de kasvetle!
Sevdâ yarışında her ân hasretle;
Vuslat saatini, kur gizli gizli!

Kaplarsa gönlünü bir kara duman;
Olasın Allah'tan hep medet uman!
Sen misin Güneş'e gözünü yuman?
Ayrılık gitgide, kor gizli gizli!

Sözlenen boş söze asla inanma;
Dönüp de bir daha aramaz sanma!
Çekinme kimseden, sakın utanma;
Tenhâda ağyâra, sor gizli gizli!

12 Aralık 2024 / Saat: 12.21 / Mersin

Yazarın Diğer Yazıları