Yazıma başlarken şöyle bir teşbihte bulunmak istiyorum: Milletlerin iki coğrafyası vardır. Birincisi fizikî sınırlarını belirleyen ve beynelmilel / uluslar arası antlaşmalarla çizilmiş dünyâ üzerindeki konumunu belirten sınırlar. Bir diğeri ise, hiçbir uluslar arası antlaşmaya tabi kalmadan, doğal süreç içerisinde, yüzyıllara dayalı olarak oluşmuş kültür coğrafyası…
Bizim yazımızın konusu ise, kültür coğrafyası. Bilindiği üzere dünyâ üzerinde kültür coğrafyası en geniş milletlerden biri Türkiye’mizdir. Mâzisi insanlık tarihi ile başlayan Türk Milleti’nin, bu coğrafyayı inşâ ederken kullandığı harç ise dildir. Ata vatanından kalkıp, Doğu’dan Batıya akan bir nehir gibi dizilen göç kervanında yanına sadece somut nesneleri alıp yola çıkmamıştır bu millet. Aynı zamanda yüzyıllarca sînesinde besleyip büyüttüğü ve dimağlara yerleşen kelimeleri de kervanına katıp Anadolu coğrafyasına getirmiştir. Hem de öyle kelimelerdir ki bunlar, bugün hâlâ Batı dillerinde karşılığı yoktur. Misâl mi istiyorsunuz? İşte size “Gönül” kelimesi!.. Batı milletleri bizde çok derin mânâlar barındıran bu kelimeye henüz tam bir karşılık bulamamıştır. Somut bir göstergesi olmayan bu kelime bizde manevî bir derinlik barındırır. Çünkü “Gönül Erenleri”nin kalbinde demlene demlene derinlik kazanmıştır. Gönül Eri, Gönül Evi vb. birçok teşbihte kendine yer bulan bu kelâm, bugün olduğu gibi yarında Batı’nın sığ hafızasında bizdeki derinliğe asla ulaşamayacaktır. Bir diğer muhteşem kelime ise, “ Hoşgörü ”dür. Yine Batı dillerinde tam mânâsıyla kendini bulamayan bu güzel ifade “ Tolerans “ kelimesiyle anlatılmaya çalışılsa da, karşılıklı tahlile tabi tutulduğunda tam karşılığını veremediği hemen anlaşılmaktadır. Basit mânâsıyla bir şeyi hoş görmek olarak ifade edebileceğimiz bu kelime de gönül kelimesi gibi manevî bir derinlik arz etmektedir. Çünkü bu kelimenin köklerinde onu temsil eden “ Hoşgörü Kahramanları “ mevcuttur. En başta, Âlemlere Rahmet Peygamberler Serdarı Efendimiz olmak üzere, müteselsilen gelen Hacı Bektâş-ı Veli, Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî, Yûnus Emre, Hâfız-ı Şirâzî ve daha niceleri çağların gaddar ve zâlim cendereleri arasında ezilen insanlara en güzel temsillerle örnek olmuş ve hoşgörüyü bir insanlık mirası olarak bugünlere taşımışlardır.
Dil mi? Din mi?
Bu konunun tartışma götürmemesi adına yine Rahmet Peygamberinden bir misâl ile konuya açıklık getireyim. Bir gün sahabeleriyle sohbet eden Efendimiz’e şöyle bir sual sorulur: “ Yâ Resulallah, din nedir? “ Efendimiz cevaben şöyle buyurur: “ Din, nasihattir!..” Buradan yola çıkarak, nasihatin ancak zengin bir dille tam ve mükemmel yapılabileceğini ifade ederek, Allah’ın Arapça gibi muhteşem bir dille son din olan İslam’ı tebliğ vazifesini vermesi dilin ne kadar mühim bir husus olduğunu göstermektedir. Türk diline gelecek olursak, İslam’ın kabulünden sonra tarihî seyir içerisinde hüküm sürdüğümüz Farisî ve Arabî coğrafyada bünyemize kattığımız kelimelerle daha da zengin bir hâl alan dilimiz dinimizi de rahatlıkla tebliğ edebilmemizde bize rehberlik etmiştir.
Velûd Bir Dil Olarak…
Türkçe öylesine velûd / doğurgan bir dildir ki, tarih sahnesi içerisinde bunu pek çok defa ispat etmiştir. Çok geçmişe gitmeden, milenyum çağının hemen başında hep birlikte şahit olduğumuz birkaç örnek ile bu konuyu aydınlatalım. Dilimize ilk girişleri itibariyle “ sofa, computer, printer, scanner, mail vb.” kelimeler bir pıtırak dikeni gibi rahatsız edici ve dile takılan bir konumda idi. Fakat güzel Türkçemizin doğurganlığı burada devreye girerek bu kelimelerin “ çekyat, bilgisayar, yazıcı, tarayıcı, ileti “ gibi bir hâl almasını sağladı. Bu noktada bana rehberlik eden bir eser olarak merhum Nihat Sami Banarlı’nın Türkçenin Sırları isimli kitabı her zaman hafızamda yerini korumaktadır. Bu kitaptan çarpıcı bir misâl olarak gecekondu kelimesi en güzel örnektir. Bu kelime, Türk insanının zekâsının da bir göstergesidir. Konuyu kitapta şöyle ifade eder Banarlı Hoca: “ Evinizin karşısında bulunan boş arsaya, bir gecede bir ev konduruluvermiştir de sabah kalkıp perdeyi araladığınızda bu evi karşınızda görüverirsiniz. Bir gecede kondurulan bu ev dilimize ‘ Gecekondu ‘ olarak girer.” Bu ve bunun gibi pek örnekle bunu çoğaltabiliriz.
Çok Mühim Bir Hata!..
Bir de pek çok kez tartışma konusu olan bir husus vardır. Türkçemizde “ şapka işareti “ kaldırıldı mı? Kaldırılmadı mı? konusu… Bunun cevabı elbette ki “ Hayır “ Kaldırılmadı… İsterseniz şapka işaretini kaldırarak bir takım cümleler kuralım: “ ……….. seninle olan bu güzel alıveriş neticesinde oluşan dostluğumuza binâen bundan sonra karını benimle paylaşmaya ne dersin?!!!! “ Gördüğünüz gibi, şapkayı çıkarıp önümüze koyduğumuzda neticesi kanla bitecek derecede vahim bir cümle ortaya çıkıyor. Doğrusu ne olmalıydı: “ …………….. seninle olan bu güzel alıveriş neticesinde oluşan dostluğumuza binâen bundan sonra kârını benimle paylaşmaya ne dersin? “ Sizce de daha masum bir ifade değil mi? Bir başka örnek ise: “ …………….. o kadar açık ve net anlatmama rağmen hala konuyu anlamadı!..” Şapkayı kaldırdığınız zaman babanızın kız kardeşi ile aranızda geçen bir sohbetten bahsettiğiniz anlaşılabilir. Oysa ki, “…………….. o kadar açık ve net anlatmama rağmen hâlâ konuyu anlamadı!..” cümlesindeki “ hâlâ “ kelimesi bir süreci ifade eden bir mânâya bürünür. Şapka mevzuu ile alâkalı olarak pek çok kelime telaffuz edilebilir. Misâl olarak, “ Har – Hâr / Kar – Kâr / Yar – Yâr / Bar – Bâr / Nar – Nâr / Hala – Hâlâ / Milli – Millî vb. pek çok kelime gösterilebilir. Burada mühim olan, kelimelerin şapkalı anlamları ile şapkasız anlamlarının birbirinden çok farklı olmasıdır.
İki Bayrağımız Var Bizim!..
Çok su götürür şapka işareti meselesi ve Türkçe üzerine yazacak çok şey olsa da, başka bir mecrâda konuyu izah etmek adına şimdilik şunu vurgulayarak yazıma son vereceğim. Millet olarak iki bayrağımız vardır bizim. Yazımın başında da ifade ettiğim gibi fizikî coğrafyamızın sınırları içerisinde dalgalanan Ay-Yıldızlı Al Bayrağımız. Bir diğeri ise, kültür coğrafyamızda dalgalanan Ses Bayrağımız, güzel Türkçemiz. Şu muhakkaktır ki Ses Bayrağımızın dalgalanmadığı yerde Ay Yıldızlı bayrağımız da dalgalanmaz. Bu asla unutulmamalıdır. Konuyu fazla uzatmadan müsaadenizi isteyerek sözlerimi Yavuz Bülent Bakiler Hocamın “ YENİDEN FETHETMEK ANADOLU’YU!.. “ isimli şiiriyle bitireyim.
“……………….
…………………
…………………
Şehirlerimizde, köylerimizde,
Destanlar kadar sıcak, bayraklar kadar aziz!..
Anamızın sütü kadar helâl ve temiz,
Yeniden güzel Türkçemiz!
02 NİSAN 2021
SAAT: 22.10
MERSİN