Yıllarca boz bulanık sularda yaşamıştı; bunca yıldan sonra nihâyet gönlü gerçek aşka susamıştı. Aşk neydi? Kim bilir, asırlar boyunca kaç sevdâlının yüreğine değdi?.. Sâhi aradığı gerçek aşkı kimde ya da nerede bulacaktı?!.. İşte o ân gönül fenerini yaktı ve Anadolu’nun gönül coğrafyasına uzun uzun baktı.
Bir de ne görsün; hiçbir sözünü boş yere, fuzuli söylemeyen gerçek aşkın serdârı şöyle sesleniyordu asırlar evvelinden;
Dest-bûsî arzusuyla ger ölsem dostlar,
Kûze eylen toprağum sunun anunla yâre su…
Gerçek aşk bu idi; yârin eline dokunmak, öpmek, koklamak arzusuyla ölürsem eğer; toprağımdan kâse yapın ve onunla yâre su verin ki, ölsem dahi yâr o kâseye elini değdiğin anda arzum yerine gelmiş olsun. İşte gerçek aşk…
Ey Sevgili! Bendeki aşk derin mi derin;
Ölsem dahi gönlümde değişmez yerin!..
Kimi gün sevgiliye susayan gönül dile gelir de tatlı bir terennüm ile sitem eder ve der;
Gûl-i ruhsârına karşu, gözümden kanlu akar su;
Habîbim! Fasl-ı güldür bu, akar sular bulanmaz mı?
Yârin yanağı tıpkı gül bahçesine benzer; hele o bakışlar kanatır mâşuğun yüreğini ve gözünden kanlı akar su! Ey Sevgili! Gül mevsimi gelse de, dupduru akması gereken sular mâşuğun kanlı akan yaşlarıyla bulanmaz mı?... Âh minel aşk! Sen nelere kâdirsin; aç kapını ki yüreğim hânene girsin.
Mâzîden beriye nice sevdâlıyla gerçek aşkı terennüm etti ve “Nihâî” hedefine vardı. Sıtkına râm olduğu ustasının kelimelerden kurduğu ordu, şöyle diyordu;
Nazmımda O Şâh oldu, her ilhâmıma peri;
Mısrâ, kalemin sâdece kulluk hüneri…
Bir şâheserin kâtibi olmak ne şeref;
Yazdıklarımın hepsi O Şâh’ın eseri!..
Şah da O idi; padişah da O… O’nun içindi gül kokulu sözler ve O’nun uğruna tutuşmuştu közler…
Ve nihâyet dostu Kul Kozâkî’ye: “Neden Söz Gülleri?” diye soruverdi. Kul Kozâkî hiç beklemeden tek nefeste cevabı verdi. “Gözü gül olanın, nefsi kül olur!..” Bu öyle bir cevaptı ki, dostu sanki sille yemişçesine afalladı ve ne diyeceğini bilemedi. Neden sonra dost, “Bana bu cümlenin derinlerinde saklı olan sırrı açar mısın ey gönül ehli?” diyebildi. Söz açık olmasına açıktı da anlaşılan dostu muhabbete susamıştı…
Kendisine gönül ehli denilince, gönülden geçen ne ise öyle anlatmak gerekli idi hakikati dili döndüğünce. “Sen de iyi bilirsin, çiçeklerin şâhıdır Gül. Onu gören Nergis boyun büker; onu gören Menekşe yaprak döker. O, aşkların en şahânesine dilbeste… Onun yeri bambaşkadır yürek denen kafeste… Bütün bunca iltifâta mazhar “Güllerin Efendisi” hatırına biz de O’nun gibi sözümüzü gül eyledik. Biz de O’nun gibi bir hayat yaşamak istedik; nefsi sevdâ yangınında kavurup kül ederek… Belki diyeceksin buna ne gerek!.. Öyle değil ey dost, öyle değil işte! Sözü gül olmayanın dilinde dikenler biter. Nefsi kül olmayanlar ise karşına kibirden kaleler diker. Vesselâm… Yâ HÛ!