Faruk Gökbulut (Kul Kozâkî)

Mor Salkımlı Sokaklar...

Faruk Gökbulut (Kul Kozâkî)

Üsküdar; tıpkı gerdanı zümrütlerle, yakutlarla, inci taneleriyle süslü bir dilber gibi Boğaziçi sâhili boyunca saraylar, yalılar ve köşklerle süslü bir belde. Ey güzel Üsküdar! Seni sevmezsek ne kalır elde?..

Sana Antik Çağ'da "Khyrsopolis" denildi, Roma döneminde "Scutarii" ; Bizaslılar'da ise Hrisopolis ve neden sonra tarih kitaplarına "Escutaire" olarak geçti adın, bugünkü Üsküdar adını orada yakaladın. Hepsinin anlamı da "Altın Şehir" demekti.

Tarih yanılmıyordu... Hem gün doğumunda alaca karanlık sükûn ederken hem de Güneş gurûba yüzünü dönerken, şafağı altın renkli bir ışık sarardı da Boğaz'ın bu eşsiz şehri ışığın yüzünü yıkamasıyla altın sarısına boyanırdı. Seni bu hâlinle, tarihe şahitlik eden herkes tanırdı. Tanımayanlarsa bahtsızlığından utanırdı.

Ey Üsküdar! Sen böylesi bir güzelken, hangi şâir ummanında açmaz ki yelken?!..

Ben de o şâirlerden biri ve çok daha ötesi "İstanbul Sevdâlısı" bir şâir olarak aşağıdaki mısralarla anlattım seni... 

Şiirimin adına "Mor Salkımlı Sokaklar" dedim. Çünkü bahar geldiğinde açan ergunvanlar gibi ben de sana gülümsedim. Evet, senin sokaklarını Mor Salkımlı Erguvanlar sarardı ve her âşık beklenen sevgiliyi sende arardı.

 

Mor salkımlı sokaklarla Üsküdar;

Öyle güzelsin ki, dünyâlar kadar!

Bir başka doğuyor, ufkunda Güneş;

Seninle sabahlar öyle bahtiyar!

 

Erenler yurdusun, ey güzel belde;

Hüdâyi Dergâh'a, bize de "Gel" de!

Gülnûş Valide'ye selâm vermezsek;

Aşkından geriye, ne kalır elde!..

 

Gezdim Üsküdar'ı hep adım adım;

Her köşe başında, aşkı aradım!

Cumbalı evlerden baktı güzeller;

Meçhul âşık diye konuldu adım!

 

Selim Han yansıyor, masmavi suya;

Seninle başbaşa, daldım uykuya!..

Ben nasıl çıkarım, söyle Üsküdar?

Mehtap bile gizlenirken kuytuya!..

 

Güllerle bezeli, Bülbülderesi;

Kalbin mi ağrıyor, söyle neresi?

Balaban’da tutulmuşum sevdâya;

Lokman Hekim gelse, yoktur çâresi!..

 

Çeşmeler, sebiller durmadan akar;

Sinan'ı tanıyan, gıptayla bakar!..

Sultan Ahmet Han'ın hattı önünde;

Âşıklar adına, türküler yakar!..

 

Öyle zor geliyor, bana öyle zor;

Neden ayrıldık biz, Mihrimâh'a sor!..

Kırk yıl geçse bile, inan sevdiğim;

Aşkımız taptâze, şahit İmrahor!..

 

Hülyâların beni benden aldığı;

Sevenlerin rüyâlara daldığı;

Sen çok sesli bir korosun Üsküdar;

Bin bir nağmesiyle sazın çaldığı!..

 

Bir başkadır rengi, Güneş'in Ay'ın;

Tadı damağımda, içtiğim çayın;

Mest eder bizleri, o meşhur ney'le;

Ustalar ustası Niyazi Sayın!..

 

Her sabah inlerken, gönlümün Ney'i;

Sanki semâ eder, şu Beylerbeyi!..

Denize kondurur, tatlı bir bûse;

Unutturur hüznü, siler herşeyi!..

 

Yemyeşil Cennet'tir, güzel Kısıklı;

Sende ne bilinmez sevdâlar saklı!..

Çamlıca'dan seyrederken denizi;

Mâzide gezinir, insanın aklı!

 

Gönüllere taht kurmuştur Salacak;

Sâzendeler tanburla ud çalacak;

Mesrûre güzeller, önümden geçip;

İşvesiyle, beni benden alacak!..

 

Ufkunda birleşir; deniz, mavi gök,

Senle filizlenir, sevdâ denen kök!..

Eskileri yâd edip iç geçirelim;

Sen gözyaşlarını, sol yanıma dök!..

 

Dilber gibi nazlı, şu Selimiye;

Her gün iç geçirir, Topkapı diye!

İki âşık, ayrı iki yakada;

Kim ayırdı sizi, bilmem ki niye?

 

Neş'eyle dururken şu Kızkulesi;

Son bulur insanın, bütün çilesi!..

Deryâlar, denizler aşka bürünür;

Kulakta çınlarken, tamburun sesi!..

 

Müzik alır seni, mâziye salar;

Yüreğin burkulur, gözlerin dolar,

Üsküdar Mûsikî Cemiyeti'nde,

Âmir Ateş içli nağmeler çalar!

 

07 Haziran 2020 / Saat: 03.45 / Mersin

Yazarın Diğer Yazıları