Sevdâsı dağ gibiydi; yüreği ise o yalçın dağda bir kaya... Günlerden bir gün, o kayanın en tenhâ, en kuytu yerinde bitiverdi bembeyaz, apak bir zambak.
***
Hazan mevsiminin kendini iyiden iyi hissettirdiği, delice esen rüzgârın hışmına uğrayan sararmış yaprakların bir o yana bir bu yana savrulduğu hengâmede "Sırtına Bindiği Kurşunun" çizdiği istikâmette kendini buldu hastanede... Ne idi? Ne olmuştu? Hiçbir şey hatırlamıyordu. Son hatırladığı şey; yutkunduğu kan ve yanık barut kokusu idi. Gözlerini açtığında gördüğü şey ise apak zambaklar gibi yanyana karşısında sıralanmış mütebessim çehrelerdi. Sonradan Başhekim olduğunu öğrendiği doktor durumu şöyle ifade etti: "Çok şükür komutanım! Yaşama döndürdük ve hayatî tehlikeyi de atlattı. Bundan sonra bakımını ve takibini Ayça Hemşire Hanım yapacak." Başüstüne diyen hemşire hanım, can veren âb-ı hayat suyunun kaynağına benzeyen derin ve buğulu gözlerle hastasına bakması ona yetmişti. Hele ki, anlık tebessümle her iki yanağında beliren gamzeler... Kimbilir neler söyletecekti, kimbilir neler?..
***
"Nasılsınız Ayça Hanım?" demesiyle telefonun karşı tarafından duyulan hıçkırık sesleri durumun hiç de iç açıcı olmadığını anlatmaya yetmişti. "Sizi her zaman dinlemeye hazır olduğumu daha önce de defalarca söylemiştim. İsterseniz bir kahve içimi görüşelim. Şâyet anlatmak isterseniz, ben dinlemeye hazırım." demesiyle "Tamam; ama mümkünse orduevinde görüşelim." demeye mecâli olan Ayça Hemşire: "Ben şimdi hastaneden çıkıyorum, yarım saate kadar orduevinde olurum." dedi.
Dinlemeyi büyük bir ustalıkla yapan ve iletişim konusunda duâyen olduğu devre arkadaşları tarafından da sıklıkla dile getirilen; hattâ bu sebeple kendisine "Kârdiyalog" lakabı takılan Teğmen Faruk orduevinin dinlenme salonundaki en ücrâ köşeye geçmiş ve Ayça Hemşire'yi beklemeye başlamıştı.
***
Beklerken, zihin ekranında tek bir resim vardı. Yoğun bakım ünitesinde yeniden hayata gözlerini açtığı ân... Ak Zambak'ın mütebessim çehresiyle hayatına değer kattığı o ân!.. "Gülüşü cihan değer!.." diye düşündüğü zambaklar da ağlarmış meğer! Az önce telefonda hıçkırarak ağlayan o sima, şimdi tebessüm çiçekleri açmış bir şekilde kendisine yaklaşıyordu. Onu koltuğa buyur ederken, nâzikçe koltuğu geriye çekerek oturmasını da ihmâl etmemişti teğmen. Hiç bekletmeden; "Ne içersiniz Ayça Hanım?" diye sordu. Kahveler geldiğinde, ağlamaya ramak kala kendini tutan Ayça Hemşire daha ilk yudumu aldığı ânda göz pınarlarını boşalttı. Anlattı... Anlattı... Anlattı... Günler, haftalar boyu anlatan ve ağlatan Ayça; dinleyen ve huzur saçan Faruk olmuştu.
***
"Biz bugün Mersin'e dönüyoruz." cümlesini kuran kişinin hayatını mahvedecek olan zehirli bir sarmaşık olduğunu nereden bilebilirdi ki teğmen. Yalvaran gözlerle baktığı, dertlerin düşürdüğü dehlizlerde onun için ışık yaktığı insan artık aynı şehirde olmayacaktı... "Gitme Kal Bu Şehirde..." diye bir türkü yakmak istercesine yalvarıyordu gözlerini gözlerine çaktığı Ayça Hemşire'ye. O da annesini işaret ederek gözlerini çâresizlik içinde, kaçırmadan dikmişti teğmene. Maalesef diyordu o bakışlar, maalesef... Keşke sevdiğini cümlelere dökebilseydin.
***
"Etrafta yine aşk kokusu var!.. Al şu izin kâğıdını; Pazartesi sabah seni içtimâ alanında görmek istiyorum. Hem de gözleri ışık saçan arslanlar gibi. Öyle ortalıkta melûl, mahzun dolaşma bir daha."
"Emredersiniz komutanım!" dedi ve soluğu otobüs terminalinde aldı. Perşembe akşamı bindiği otobüs Cuma sabahında Mersin'deydi. İlk işi koca bir demet beyaz papatya almak oldu ve Mersin Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde her zaman oturduğu yerde onun nöbeti teslim etmesini bekliyordu. Bir ân içinden geriye dönmek geldi. Bir de ne görsün?!!!
Elleri göğsü üzerinde bağlı gülümseyen gözlerle "Ak Zambak" ona bakıyordu. O tebessüme papatyalar bile selâm durdu.
***
O Cumartesi; yani 12 Mayıs 2001... Hayatının en güzel günü olmuştu. İlk defâ sevdiğiyle, yalnız ve başbaşa kalacaklardı. Hemşireler Günü kutlaması için sâhilde çok nezih bir mekânda kutlama vardı ve birlikte gitmelerine izin çıkmıştı. Dansa kalktıklarında elini beline koyduğu sevdiceği; Dolunay'ın etrafı ışığa boğduğu o gece, parlement mavisi elbisesi ile herkesten ve herşeyden daha güzel ve alımlı idi. O asil duruşuyla ne kadar da zarif ne kadar da şıktı. Çünkü Dolunay'a bile rahmet okutacak bir ışıktı.
***
Mersin dönüşü sevdiğine zarfı uzatırken; "Ben gidince aç lütfen!" dedi Faruk Teğmen. Pazartesi sabah içtimasında, kuşlar gibi hafiflemiş bir şekilde Malatya'daydı. İlk fırsatta komutanına teşekkür etti ve "Size verdiğim sözü de tuttum komutanım. Size ait olan o mısra artık bir şiirde yaşıyor." dedi.
Telefonu açan Ayça Hemşire artık mutluluktan ağlıyordu. Çünkü "Hayatımın Fark'ı" dediği insan, ona vermişti can. Zarfın içinde yazan şiir onların hayat hikâyesi idi âdeta.
AK ZAMBAK
Yumuşacık kararırken ortalık,
Sen gelirsin aklıma Ak Zambak!
Gülüşün vuslat kadar sıcak;
Adın Ay gibi parlak;
Sevdâ yıldızım, aşkımın hilali;
Adın Ay'ın en sevimli hâli!..
Gece mavisinde parlayan ışık;
Duruşunla ne zarifsin ne kadar da şık!
Sen ey gönlümdeki mâbet;
Senle geçen her ânım ibâdet!..
Ak Zambağım! Nursun, beyazsın, safsın;
İnan olsun, en asil aşklara ithafsın!
Eğer sen, gün gibi doğarsan şafağıma;
Bir ak bûse olur konarım dudağına!..
Yatırıp gözlerini ıraklara, beklersen beni;
Bil ki, sevdâm firar eder gönül kafesimden;
Yalçın dağlarda, sarp doruklarda arar seni!..
İşte o zaman eresem sana, bulursam seni;
Ak Zambağım! Kokun sarar, sevdân bürür beni!..
Karanlık dağlardaki ak çiçek;
Yıldızlar aşkımıza şahitlik edecek!
Dil şâd olacak diye,
Bilmem ki, daha kaç bahar geçecek?
Belki mevsimler bitecek, kuşlar göçecek;
Ama aşkımız sonsuza dek sürecek;
Sonsuza dek!...
11 Kasım 2024
Saat: 13.55
Mersin