Yaşlanmak Zaman'ın Değil Ruh'un Meselesi
Ayla KAYMAZ
Yaşlanmak çoğu insan için takvim yapraklarının birer birer eksilmesiyle ölçülen bir süreçtir. Ancak gerçekte yaşlanmak, ne sayılarla ne de doğum tarihimizle sınırlı. Kimisi 70 yaşına geldiğinde hâlâ çocuk gibi neşeli ve enerjik kalabilirken, kimisi daha 20’sinde hayatın yükünü omuzlarında hisseder. Yaşlanmak, bedenin değil, ruhun ve zihnin bir sınavıdır aslında.
Bazı insanlar 50 yaşında hayatı yeni keşfetmeye başlar. Hayallerini gerçekleştirmek için emekli olmayı beklerler ve o vakit geldiğinde, yaşamın keyfini çıkaracakları anı yakalarlar. Onlar için yaş, sadece bir rakamdır. İçlerindeki çocuk ruh, yaşlılığın ağır gölgesini kovar. Gözlerindeki ışık, yılların geçişine inat, parlak kalır.
Öte yandan, kimileri 20’li yaşlarında dahi yaşamın ağır yükü altında ezilir. Sorunlar, sorumluluklar ve hayal kırıklıkları onları erken yaşta yıpratır. Gençliklerinde bile umutsuzluk ve bezginlik, yorgun bir ruhu beraberinde getirir. Onlar için yaşlanmak, zamanla değil, ruhun ağırlaşmasıyla başlar. Fiziksel olarak genç olsalar da, yaşadıkları zorluklar onları içsel olarak yaşlandırır.
Aslında yaşlanmanın asıl ölçüsü, nasıl hissettiğimiz ve hayatı nasıl karşıladığımızla ilgilidir. Zaman hepimiz için akıp gider, ama bu süreçte ruhumuzu nasıl beslediğimiz, neye odaklandığımız ve hayata hangi gözle baktığımız belirleyici olur. Kimi insan, başına ne gelirse gelsin neşesini ve umudunu kaybetmez. Onlar için yaşlanmak, sadece bedenin bir yolculuğudur; ruhları ise hep genç kalır. Kimi insan ise henüz genç yaşta hayallerini yitirdiğinde, yaşlanmaya başlar.
Sonuç olarak, yaşlanmak bir zorunluluk değildir. Bizi yaşlandıran şey ne bedenimizin zayıflaması ne de takvim yapraklarının eksilmesidir. Gerçek yaşlanma, içimizdeki umudu kaybettiğimizde, hayatın güzelliklerine gözlerimizi kapattığımızda başlar. Ruhumuzun gençliğini korudukça, kaç yaşında olursak olalım, yaşlanmayız. Yaşamak, her yaşta yeniden doğmak ve her günün sunduğu güzellikleri kucaklamaktır.