
Pazar Kültürü
Ayla KAYMAZ
Gecen sene yaz tatilini eşimin işi dolayısıyla başka bir şehirde geçirdik. Kıt coğrafya bilgimin bana minicik bir ipucu dahi vermediği bir şehre; tek bir insan, tek bir dükkan, tek bir sokak, tek bir doktor ,tek bir manav aklınıza daha ne gelirse işte hiçbir şey bilmeden tuhaf bir boşluk hissiyle çoluk çocuk kalkıp gittik. Biz babamızın yanına biran evvel gitmek istediğimiz için sitedeki diğer yazlıkçı komşularımızın pek çoğundan daha erken gittik. Başlarda çok zordu. Yok yahu girmeyeceğim oralara keyifli bir şeyler okuyalım değil mi? Çünkü bu hafta benim gökyüzünde Satürn ve Mars birbirine dik açıyla mı düştü noldu bilmem, tutup bir ülkeyi terk eden hekimler hakkında bir de dönüp mülteci sorunu hakkında yazmışım. E yok dedim benimkiler sevmez öyle. Hepimiz aynıyız zaten tencere dibin kara senin ki benden kara hesabı, ben olsun keyifli bir şeyler karalamak istedim. Her neyse geri dönüyorum efendim; etrafta sağlam bilgi alışverişi yapacağımız kimse olmayınca bir ay kadar yazlıkçı Migros’unun, otobana çıkmak istemediğim için, onlineden gönderdiği eciş bücüş meyve sebzeleriyle idare etmekten yılmıştım ki hiç hoşlanmadığımı düşündüğüm bir kültüre selam vermiş oldum. Yan komşumuz namı diğer “Komşu babannemiz’in” gelişiyle her Salı bazen onunla bazen de iki bebekle onsuz pazara gitmeye başladım. Düşünün yani nasıl sevdiysem. Ama o meyve sebzeyi taze taze yedikten sonra diğer türlüsü keyfinizden çalıyor inanın. Konya’da maalesef pek karşılaşmadığım, küçükken ailemle gittiğim zamanlarda sevmeyişimin sebebinin bu olabileceğini düşünüyorum gergin atmosfer yerine keyifli bir aurası vardı bu şirin Marmara pazarının.
Oğlum ne hikmettir onca meyve sebze dururken gidip bir kapya biber alır gördüğü ilk tezgahtan. Tanındığı günden sonra da hep ikram edildi biberi neşeli amcalarından.
Komşu babaannemiz kışın konkende giyeceği bir kürk yelek bulur en uçtaki tezgahtan.
Pek çok şarküterinin erişemeyeceği lezzetteki peynirlerden, az o az bu derken daha ikinci tezgahta doldurursun pazar arabasını.
Köşeyi dönerken geri dönüşte almak üzere enginarının siparişini verirsin ayıklana durur.
Bir o tezgahtan domates, bak bir bu tezgahtan, o daha pembe, bu daha sulu derken sebepsiz 15 kilo domatesle dönüyoruz diye kıkırdarız komşu babaanneyle.
Gördüğümüz tüm orman meyvelerini, kırmızısını morunu isteriz meyveci abiden ve artık ; “ Abla o size yaramaz !” diyecek kadar yer etmişizdir gönlünde pardon efendim tezgahında.
Bir ara kesin kaybederiz komşu babaanneyi, bir adrenalin yükselir çocuklar avaz avaz; Komşu babanneeeeeee!
Gülüşür tüm esnaf halimize o ara benimkilerin gözüne ne idüğü belirsiz sıcaktan paketiyle özleşmiş ya bir topitop ya bir pamuk şeker ilişir. Pazarlık başlar. Beni bilenler anlar o an ki mücadelemi almamak için ama çocukların inadı da bir o kadar cevvaldir hani!
Oğlan “Hayır annem, olmaz annem, sağlıksız annem” in kendine vermiş olduğu yetkiyle ağlama krizine girmiş ya bir terlik altı yalıyordur ya da canımı acıtabileceği düşüncesiyle, bir sohbet esnasında hiçte hoşlanmam dediğim bir kelimeye tepinen ablasına eşlik ediyordur ki;
O sırada kortej yürüyüşünü tamamlamış, yüz kişiyle selamlaşmış ve öpüşmüş komşu babaannemiz beni görür ve kızın saçına takarız, oğlanın tırnağına sokarız, diye bizim dikkatimizi dağıtır, bir takı toka iki araba alır, o alınanlar haftaya çıkmayacak olsa da çıkarır bizi o dar boğazdan devam ederiz.
Yoğurt yapmayacaksak bu hafta, e hani sütçüye gitmeyeceksek yani yufkayı burdan alalım deriz, para üstü beklerken yüzümüze sıcak sıcak vuran otlu peynir böreği kokusuyla.
Arabayı park edip evlere doğru yol alırken; Şehriban ablayla Feryal abla oturmuş barbunya ayıklıyordur ve bir kahveye otururuz.
Önlerinde adeta Mauna Kea’yı andıran barbunya kabuğu birikintisini görünce bir evham alır bizi az mı aldık acaba barbunyayı…
Eve doğru ilerleriz, ah Yusuf Dede’miz oturmuş gene yazısını yazıyordur, gülümseyişimde sarılırım ona, o görmese de ve geçeriz içeriye…
Selam olsun tüm Nizam’a…