Ahmet Kuş

Fotoğraf Sanatıyla Tanışmamın Hikâyesi

Ahmet Kuş

Üniversite tahsilimi 1986-1990 yılları arasında Kütahya’da yaptım. Kütahya, Konya’ya göre küçük bir şehir olmasına rağmen özellikle sahip olduğu doğal güzellikler açısından hiç de yabana atılacak bir şehir değil. Doğal güzelliklerinin yanı sıra tarihî eserleri ve el sanatlarıyla da ön plana çıkan bir şehir. O dönemde Kütahya’da bir fakülte, bir de meslek yüksekokulu bulunuyordu. Her iki okul da Eskişehir’deki Anadolu Üniversitesi’ne bağlıydı. Henüz o tarihlerde Dumlupınar Üniversitesi kurulmamıştı. Bizim okuduğumuz Kütahya İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi şehrin en merkezi yerinde, Kütahya Lisesi’nin yakınında bulunuyordu. Okul binamız pek de büyük değildi ama sadece işletme bölümü olduğu için yetiyordu. Tabii dekanlık, öğrenci işleri ve öğretim görevlilerinin odaları da aynı bina içerisinde olunca konferans salonu, sergi salonu, kantin, spor salonu gibi sosyal tesislerden mahrumduk. Ders aralarındaki en kayda değer etkinliğimiz kapının önüne çıkıp dev çınarların altında etrafı seyretmekti. Çınar ağaçlarının gölgesi özellikle sıcak yaz günlerinde okulun önünü daha da cazip kılardı. Kantin olmayınca çay içmek için yakındaki kahvehanelere ya da çay ocaklarına giderdik. Siyasi tercihlere göre gidilen kahvehaneler de farklılık gösterirdi. Bu arada unutmadan fakültenin yakınında bir de “Can Can Kafe” vardı. Fotoğraf dedik ama nerelere daldık, okul faslına şimdilik burada ara verip fotoğrafa nasıl başladık onu anlatalım isterseniz. Gündem müsaade ettikçe inşallah önümüzdeki haftalarda Kütahya’da geçen öğrencilik günlerimizden de bahsederiz.
Okulun önünde oturup gelen geçeni seyretmek güzeldi ama “bal yiyen, baldan usanır” misali bir süre sonra aylak aylak oturmaktan da sıkıldık. İkinci sınıftayken evden okula gidip geldiğim yol üzerinde bulunan bir fotoğraf stüdyosunun vitrinindeki fotoğraf makineleri ve fotoğraflar dikkatimi çekti. Daha önce fotoğrafla hiç ilgim olmadığı için vitrindeki fotoğraf makinelerine ve özenle çerçevelenmiş fotoğraflara sadece imrenerek bakıyordum. Adını şimdi hatırlayamadığım fotoğraf stüdyosu Belediye Sokağı’nda bulunuyordu. O zaman fotoğraf hakkında hiç bilgim olmadığı için profesyonel fotoğraf makinelerini kullanmam mümkün değildi fakat kompakt olarak tanımlanan amatör fotoğraf makinelerini kullanabileceğimi düşünüyordum. Üstelik bu tür makineler ayar filan da gerektirmiyordu. Sadece çekeceğin nesneyi ya da kişiyi vizörden görüp deklanşöre basman yeterliydi. Bir de güneşi arkana ya da yan tarafa aldın mı işlem tamamdı. O dönemde bırakın cep telefonu ve interneti henüz ev telefonları bile yaygın değildi. Evimize telefon etmek için ankesörlü telefon arardık. Kütahya bir asker şehri olduğu için ankesör sırası beklemek de cabası…      
Havanın güzel olduğu bir ilkbahar sabahı bu fotoğrafçıdan bir fotoğraf makinesi kiralayıp Kütahya’yı dolaşmaya karar verdim. Vitrindeki “Fotoğraf makinesi kiralanır” yazısını okuduğum için hemen dükkâna girip bir tane makine kiraladım ve içerisine 36 pozluk renkli film taktırdım. Malum, öğrenci olduğumuz için bütçemiz kısıtlı, makine satın almak o gün için mümkün değil… Kiraladığım makine o yıllarda üretilen Kodak marka, ayar gerektirmeyen, amatörler için üretilmiş basit bir makine idi. Fotoğrafçı, benim fotoğraf makinesini ilk kez kullanacağımı tahmin etmiş olmalı ki makineyi nasıl kullanacağımı ve fotoğraf çekerken nelere dikkat edeceğimi kısaca anlattı ve o ilk heyecanla Kütahya sokaklarını adımlamaya başladım. Güneşi arkama ya da yan tarafa alıp makineyi titretmedim mi bu iş tamamdı. İlk olarak şehri kuşbakışı çekebilmek için Kütahyalıların genellikle “Hisar” dedikleri kaleye çıktım. Kaleden beş altı poz çektikten sonra tekrar aşağıya inip tarihî evlerin bulunduğu sokaklara doğru yürüdüm. Evler o kadar güzel görünüyordu ki 36’lık pozun neredeyse yarısını orada tükettim. Daha sonra tarihî çarşıyı fotoğrafladım. Kütahya Ulu Camii, Kütahya Müzesi ve Dönenler Camii (Kütahya Mevlevihanesi) filan derken pozu bitirdim. Daha gezecek çok yer olduğu için yeniden fotoğrafçıya gidip yeni bir film daha aldım. Kossuth Müzesi (Macar Evi), vazo, Kurşunlu Cami, çini atölyeleri, İshak Fakih Camii, Çinili Cami, parklar, bahçeler derken ikinci film de bitti ve henüz fotoğraf çekmeye doyamadan fotoğraf makinesini fotoğrafçıya teslim ettim. Çekime devam etmek istiyordum ama bunları banyo ettirip bastırmak için bir hayli para gerekliydi. Şimdilik bu kadar yeter deyip filmleri banyo ve baskı için fotoğrafçıya teslim ettim. O yıllarda henüz 10x15 ebadı çok yaygın değildi. Amatör fotoğraflar genellikle 9x13 boyutunda basılıyordu. Birkaç gün sonra fotoğrafları elime aldığım zaman nasıl heyecanlandığımı bir bilseniz. Sonuç tahmin ettiğimden de güzeldi. Acemilikten kaynaklanan bazı kusurlar olsa da fotoğrafların tamamına yakını pırıl pırıl çıkmıştı. Sonucun böyle olması bana ayrı bir güven ve heves verdi. Böylelikle fotoğrafçılığa karşı ilgim biraz daha arttı. Tabii macera bununla bitmedi. Şimdilik bize ayrılan yerin sonuna geldik. Allah kısmet ederse fotoğrafçılık yolundaki maceramızın devamını da daha sonraki yazılarımızda anlatırız.                           

Yazarın Diğer Yazıları