ANALİZ - Yeni dünya düzeni ve Avrupa'nın açmazı
'Jeopolitik Avrupa', söylemsel düzeyde sıklıkla dile getirilen bir hedef olsa da gerçekleştirilmesi kolay olmayan bir proje- Rusya ve Çin, tek kutuplu ve kural temelli bir dünya düzeni yerine çok merkezli bir yapıyı tercih ediyor
Prof. Dr. Tarık Oğuzlu, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan düzeni mevcut siyasi konjonktür bağlamında AA Analiz için kaleme aldı.
***
İkinci Dünya Savaşı'nın sonundan günümüze Avrupa kıtası, dünyanın diğer bölgeleriyle kıyaslandığında daha fazla barış ve istikrar içinde oldu. Savaşın açmış olduğu yaraları geride bırakmak ve bir daha Avrupalı uluslar arasında savaş olmamasını garanti etmek adına kıta üzerinde bulunan ülkeler, tarihin gördüğü en kapsamlı bütünleşme projesini hayata geçirdi. Başta Almanya ve Fransa olmak üzere kıta ülkeleri, ekonomik, kültürel, sosyal ve siyasi düzlemlerde aralarında ortak çıkar ve kimlik temelli kurumsal birliktelikler oluşturmaya çalıştı.
- Kantçı güvenlik dinamikleri ve Avrupa
İkinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası sistemdeki en güçlü ülke olan ABD’nin Sovyetler Birliği'nden kaynaklanan komünizm tehlikesini yenmek adına bir yandan NATO üzerinden Avrupa'nın güvenliğini garanti etmesi, diğer yandan da Avrupa Birliği (AB) gibi mekanizmalar çerçevesinde Avrupalı ulusları birbirleriyle daha fazla kenetlenmeye teşvik etmesi, Avrupa'nın Kantçı güvenlik dinamikleri temelinde yeniden inşa edilmesini mümkün kıldı.
"Liberal dünya düzeni" diye tarif ettiğimiz uluslararası yapı, en ideal şekliyle Avrupa kıtasında ortaya çıktı. Çok taraflı iş birliği mekanizmaları, karşılıklı bağımlılık odaklı ilişkiler, uluslararası ticaret üzerinden elde edilen zenginleşme, uluslararası hukukun bağlayıcılığı, liberal demokratik siyaset ve kural temelli devletler arası ilişkiler, bir değerler manzumesi olarak en iyi haliyle AB üyesi ülkeler arasında yaşandı. Sovyetler Birliği'nin liderliği altındaki komünist blok ve aralarında birçok bağlantısız ülkenin bulunduğu üçüncü dünya ülkeleri, liberal dünya düzeninin dışındaydı. ABD’nin her ne kadar iyi niyetli hegemonik bir güç olduğu varsayılsa da kendi ulusal çıkarları söz konusu olduğunda uluslararası hukuku ve kural temelli düzeni kolayca gözden çıkarabildiği artık herkesin malumu.
- Soğuk Savaş sonrası
Soğuk Savaş sonrası dünyanın ilk yirmi yılında geçerli olan tek kutuplu dünya düzeni, AB’nin Soğuk Savaş sırasında elde etmiş olduğu Kantçı kazanımlarını muhafaza edebilmesini mümkün kıldı. Sovyetler Birliği'nin yıkılmasıyla liberal dünya düzeninin temel kurum, kural ve normlarının AB ve NATO gibi kurumların genişlemesi üzerinden Orta ve Doğu Avrupa'ya doğru genişlemesine tanıklık ettik.
Uluslararası sistemin tek kutuplu yapısı, küreselleşme olgusunun sorgusuz sualsiz kabul görmesi, Batılı ülkelerle Batı dışı ülkeler arasındaki güç makasının Batılı ülkeler lehine açık olması, ünlü düşünür Fukuyama'nın "tarihin sonu" tezi üzerinden ileri sürdüğü liberal, kapitalist ve demokratik kalkınma modelinin tek geçer yol olarak kabul görmesi, Avrupalı ülkelerin postmodern cennetlerinde huzur ve refah içinde yaşamalarını mümkün kıldı.
2003 yılında AB, tarihinde ilk kez güvenlik strateji belgesini kabul etti. Bu belgeye sinen ruh hali oldukça iyimser ve öz güven doluydu. Üyelik, komşuluk ve ortaklık politikaları üzerinden AB, bir yandan kendi çeperinde bulunan ülkeleri kendi kurucu değerleri etrafında dönüştürebiliyorken diğer yandan da dünyanın farklı coğrafyalarındaki bölgesel bütünleşme çabalarına ilham kaynağı olabiliyordu.
Rusya, Çin ve diğer Batı dışı ülkelerin küreselleşme sürecine paralel olarak mevcut liberal uluslararası düzene entegre olmaya başlamaları, Batılı ülkelerin iyimserlik ve geleceğe yönelik olumlu beklentilerini güçlendirmişti. Dünya Ticaret Örgütü'ne üyelikleri üzerinden Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti'nin liberal dünya düzeninin sorumlu aktörleri olmak istedikleri düşünülüyordu. Halbuki tarihin akışı genel olarak Batı, özel olarak da AB’nin iyimserlik dolu beklentilerini boşa çıkaracaktı.
- Liberal düzen sarsılıyor
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa kıtasında vücut bulan güvenlik topluluğunun Kantçı dinamikler üzerinde ve postmodern bir mantık çerçevesinde yaşayabilmesi, son yıllarda ortaya çıkan bazı gelişmeler karşısında giderek zorlaşmaya başladı. Liberal dünya düzeninin kurucusu ve en önemli garantörü olan ABD, artık bu rolü oynamaya eskisi kadar istekli değil.
Amerika'nın stratejik ilgisini Avrupa kıtasından Hint-Pasifik coğrafyaya kaydırmaya başlaması, AB üyesi ülkeleri kendi güvenliklerini sağlamak adına daha fazla sorumluluk almaya zorluyor. NATO'nun sunduğu güvenlik garantileri altında mutlu mesut yaşamaya alışmış AB üyesi ülkeler, jeopolitik kış uykularından uyanmak zorunda hissediyorlar. "Jeopolitik Avrupa", söylemsel düzeyde sıklıkla dile getirilen bir hedef olsa da gerçekleştirilmesi kolay olmayan bir proje. ABD’nin sunduğu güvenlik garantisine muhtaç olmadan büyük güçler arası ilişkilerde yaşanmakta olan jeopolitik nüfuz mücadelelerinde bir oyun sahası olmak yerine bir oyuncu olabilmek ciddi emek istiyor.
Avrupalıların küreselleşme sürecinin her zaman olumlu sonuçlar doğurmadığını yaşayarak görmeleri, onların AB bütünleşmesine yönelik daha eleştirel bir tutum takınmalarını da beraberinde getirdi. AB coğrafyasına yönelik göç hareketlerinin artması, ekonomik küreselleşme dalgasının beklentilerin aksine Avrupa'nın genelinde ciddi işsizlik artışları doğurması, kıtanın genelindeki gelir eşitsizliğinin artması, son yıllarda Avrupa siyasetinde aşırı sağ ve aşırı sol popülist siyasi parti ve hareketlerin zemin kazanmasına neden oldu. İçe kapanmacı, korumacı, yabancı düşmanı, milliyetçi ve güvenlikçi eğilimler, Avrupa siyasetinde güçlendikçe Avrupa Birliği bütünleşmesinin üzerinde oturduğu Kantçı felsefe de aşınmaya başladı.
- Batı merkezli sisteme eleştiriler
Avrupa'nın güvenliğine ve Kantçı ruhuna yönelik ortaya çıkan üçüncü zorluk, zaman içinde maddi güç kapasitelerini arttıran Rusya ve Çin gibi Batı dışı ülkelerin mevcut dünya düzeninin kendileri açısından adaletsizlikler içerdiğini söylemeye başlamaları ve bu çerçevede Batı'nın küresel hegemonyasını her geçen gün daha fazla eleştirmeleri oldu.
Batı merkezli küresel sisteme yönelik eleştirilerini Çin, daha çok evrimsel bir perspektif ışığında uluslararası ticaret üzerinden yapmaya çalışırken Rusya Federasyonu, sahip olduğu askeri güç ve doğal kaynakları Batı'nın canını yakmak adına kullanmaktan geri durmuyor.
Hem Rusya hem Çin, transatlantik ilişkilerdeki çatlağı büyütmek, AB’yi ABD’den olabildiğince uzaklaştırmak, böl-yönet mantığı çerçevesinde AB üyesi ülkelerle ikili düzeyde ilişkiler kurmak, kendi coğrafyalarında nüfuz bölgeleri tesis etmek ve küresel sorunların çözümünde büyük güçler arası iş birliği mekanizmalarını uluslararası ilişkilerin en önemli kurumu yapmayı hedefliyor.
Tek kutuplu ve kural temelli bir dünya düzeni yerine çok merkezli bir yapıyı tercih eden Rusya ve Çin, uluslararası siyasetin büyük güçlerin merkeziliği prensibi etrafında yeniden tasarlanmasını, kendi çıkarları açısından daha faydalı görüyor.
Diğer taraftan bakıldığında Rusya'nın Ukrayna'yı işgali, genel olarak liberal dünya düzeni özel olarak da AB’nin güvenlik kimliği bağlamında önemli sonuçlar ortaya çıkardı. Olumlu yönden bakacak olursak transatlantik ilişkilerdeki çatlak onarılmışa benziyor. NATO'nun, üye ülkelerin güvenliği bağlamındaki önemi ve ABD’nin Avrupa'nın güvenliğinin sağlanmasındaki hayati konumu, Rusya'nın uluslararası hukuku tanımayan saldırıları karşısında teyit edilmiş oldu.
Başta Almanya olmak üzere Avrupa'nın genelinde Birliğin Kantçı kazanımlarını koruyabilmek ve diğer küresel aktörler karşısındaki konumunu güçlendirmek için olabildiğince hızlı bir şekilde jeopolitik bir kimlik kazanması gerektiği fikri güçlendi. Rusya karşısında takınılan ortak tutum bu süreçte iyimserlik havası ortaya çıkardı.
Rusya'nın 2014 senesinde Kırım'ı ilhakından sonra AB’nin genelinde dillendirilen jeopolitik Avrupa fikri, artık geri döndürülemez bir konumda. Biden yönetiminin sergilemiş olduğu transatlantikçi tutum her ne kadar AB ülkeleri nezdinde Amerika'ya yönelik olumlu bir hava ortaya çıkarmışsa da Avrupalılar, kendi güvenliklerini sağlama noktasında kendi imkanlarını iyileştirmekten başka bir çarelerinin olmadığını görüyor. Trump tecrübesini yaşayan Avrupalılar, orta ve uzun vadede kendi güvenliklerini Amerika'nın iyi niyetlerine bağlamak istemiyor. Bütünleşme süreci boyunca elde edilen postmodern kazanımlarını koruyabilmesi için AB’nin küresel siyasette daha fazla modern bir aktöre dönüşmesi gerektiği artık çok açık.
Her geçen gün Hobbesçulaşan dünyamızda AB’nin en azından kendi içinde Kantçı kalabilmesi, onun da Hobbesçulaşmasına bağlı. Bu, tam anlamıyla bir paradoks ama AB’nin başka da bir seçeneği yok gibi.
***
[Prof. Dr. Tarık Oğuzlu, İstanbul Aydın Üniversitesi]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir.